Masal


Masal Sitesi, En Güzel Sesli Yazılı Görüntülü Masallar
masalsitesi/
En Güzel ve Yeni Çocuk Masallarını Sitemizde Okuyabilirsiniz.
‎Yazılı Okuma Masalları - ‎Sesli Anlatım Masallar - ‎Görüntülü Flash Masallar - ‎İletişim

Yoksul Oduncu Masalı Oku

Yoksul bir oduncu, ıssız bir ormanın kıyısındaki küçük bir kulübede karısı ve üç kızıyla birlikte oturuyormuş.
Bir sabah yine işine giderken karısına demiş ki "Bugün öğle yemeğimi büyük kızla ormana gönder.
Çünkü öğleye kadar işimi bitiremeyeceğim. Kız yolunu şaşırmasın diye yanıma bir torba darı alıp yollara serpeceğim."
Güneş ormanın tepesine kadar yükselince, kız bir tas çorbayla yola çıkmış. Fakat ormanlarda, kırlarda uçuşan serçeler,
çayır kuşları, ispinozlar, kara tavuklar, kanaryalar darı tanelerini çoktan toplayıp yemişlermiş.
Bu yüzden kız yolu bulamamış. Gün batıncaya, gece oluncaya kadar sağ ve esen dolaşıp durmuş.
Gecenin karanlıkları içinde ağaçlar uğulduyor, baykuşlar ötüyormuş.
Kızın içine bir korku girmeye başlamış. O sırada uzakta, ağaçların arasında parıldayan bir ışık görmüş.
"Orada insanlar olsa gerek. Bunlar beni gece yanlarında misafir ederler" diye düşünmüş; ışığa doğru ilerlemiş.
Çok geçmeden bir evin önüne varmış. Pencerelerinde ışık görünüyormuş. Kız kapıyı çalmış.
İçeriden boğuk bir ses "gel" diye bağırmış. Kız evin karanlık taşlığına girmiş. Odanın kapısını vurmuş.

Aynı ses "girsene içeri" demiş. Kız kapıyı açtığı zaman saçı sakalı bembeyaz bir adamın masanın başında oturduğunu görmüş.
Adam yüzünü iki eliyle kapamışmış. Ak sakalı masanın üzerinden yere kadar uzanıyormuş. Sobanın yanında üç hayvan uzanmış, yatıyormuş: küçük bir horoz, mini bir tavuk, alaca tüylü bir inek..
Kız başından geçenleri yaşlı adama anlatmış. Geceyi geçirmek için ondan bir yer istemiş.
Adam hayvanlara seslenmiş "güzel tavuk, güzel horoz, alacalı güzel inek! Ne dersiniz buna siz? "
Hayvanlar hep bir ağızdan "bizce uygun" demişler. Yaşlı adam kıza dönerek "burada her şeyden bol bol var! Haydi ocağa git, bize akşam yemeği pişir" demiş.
Kız mutfakta ne aradıysa bulmuş. Güzel bir yemek pişirmiş, ama hayvanları hiç düşünmemiş. Doldurduğu tabakları sofraya getirip koymuş.

Ak saçlı adamın yanına oturmuş, karnını tıka basa doyurduktan sonra "o kadar yorgunum ki demiş, uzanıp uyuyacağım yatak nerde?
" Hayvanlar seslenmişler "onunla yedin içtin bizleri düşünmedin. Geceyi nerede geçirirsen geçir! Bunun üzerine yaşlı adam "haydi merdivenden yukarı çık.
Orada iki yataklı bir oda göreceksin. O yatakları düzelt, beyaz keten çarşaflarını yay. Biraz sonra ben de gelip yatarım" demiş. Kız yukarı çıkmış.
Yatakları düzeltip çarşaflarını yaydıktan sonra, yaşlı adamı beklemeden, bunlardan birinin içine girip uzanmış. Bir süre sonra ak saçlı adam gelmiş.
Elindeki ışığı kızın yüzüne tutmuş. Başını sallamış. Kızın derin uykuda olduğunu görünce döşemedeki kapağı açmış. Kızı, odanın altındaki mahzene indirmiş.

Akşam üstü ortalık kararırken oduncu evine dönmüş. Kendisini bütün gün aç bıraktığı için karısına çıkışmaya başlamış. Kadın "benim suçum yok. Kız yemeği alarak çıkıp gitmişti... Herhalde yolunu şaşırmış olacak..Sabahleyin dönüp gelir." Oduncu güneş doğmadan kalkmış.
Yine ormana gidecekmiş. Bugün de öğle yemeğini ortanca kızın getirmesini tembih etmiş: "Yanıma bir torba mercimek alıyorum. Taneleri darınınkinden iridir. Kız bunları daha iyi görür, yolunu şaşırmaz!" Öğle üzeri kız yemeği alıp yola çıkmış. Fakat mercimekler ortada yokmuş.
Ormandaki kuşlar bunları da, dünkü gibi, yiyip bitirmişlermiş. Kızcağız bütün gün ormanda dolaşıp durmuş. Akşam olunca o da yaşlı adamın evine varmış. İçeri alınmış.
Yiyecek bir şeyle, yatacak bir yer istemiş. Ak saçlı adam yine hayvanlara sormuş. "Güzel tavuk, güzel horoz, alacalı güzel inek! Ne dersiniz buna siz?" Hayvanlar aynı yanıtı vermişler "bizce uygun" demişler.
Bundan sonra her şey bir gün önceki gibi olmuş: Kız güzel yemekler pişirmiş. Yaşlı adamla birlikte yemiş, içmiş; fakat hayvanları düşünmemiş. Yatacağı yeri sorunca hayvanlar "onunla yedin içtin..Bizleri düşünmedin.. Geceyi nerde geçirirsen geçir!" Kız uykuya dalınca yaşlı adam gelmiş.
Kafasını sallayarak kızı seyretmiş. Onu da mahzene indirmiş.

Üçüncü gün sabah oduncu karısına demiş ki bugün bana yemeği küçük kızla gönder! Bu çocuk her zaman usludur, söz dinler.
Herhalde dosdoğru yoluna gidecek, öbür haylaz kardeşleri gibi ormanda dolaşıp durmayacak!" Fakat annesi bu kızını da göndermek istemiyormuş. "En sevgili yavrumu da mı yitireyim?" demiş.
Adam da "merak etme, kız yolunu şaşırmaz! Bu kez bezelye götüreceğim. Yollara serpeceğim. Bunlar mercimekten daha iridirler. Ona yolu gösterirler."
Fakat kız kolunda bir sepetle yola çıktığı zaman kuşlar bezelyeleri yiyip bitirmişlermiş. Kızcağız nereye gideceğini şaşırmış. Üzüntü içindeymiş.
Babasının acıkacağını, yiyecek bir şey bulamayacağını, gecikirse anneciğinin merak edeceğini düşünüyormuş.
Sonunda ortalık kararınca uzaktaki ışığı görmüş. Ormandaki evin yanına varmış. Geceyi orada geçirmesini güler yüzle rica etmiş. Ak sakallı adam yine hayvanlara sormuş "güzel tavuk; güzel horoz, alacalı güzel inek!
Ne dersiniz buna siz.?" Onlar da bir ağızdan "bizce uygun" demişler! Bunun üzerine kız, önünde hayvanların yattığı sobaya doğru gitmiş.
Tavukla horozun parlak tüylerini okşamış. Alaca ineğin alnını hafif hafif kaşımış. Yaşlı adamın isteği üzerine güzel bir çorba pişirmiş. Tasa koymuş. Sofraya getirmiş. Sonra "ben karnımı doyururken bu hayvancıklara hiçbir şey yok mu? Dışarıda her şeyden bol bol var. Önce onlara yiyecek getireyim" demiş. Dışarı çıkmış; arpa getirerek tavukla horozun önüne serpmiş. İneğe de bir kucak dolusu güzel kokulu saman vermiş: "Afiyetle yiyin sevgili hayvanlar! Susadığınız zaman içersiniz diye size serin su da getireyim" demiş. Bir kova su getirmiş. Tavukla horoz hemen kovanın kıyısına sıçramışlar, gagalarını suya daldırmışlar; sonra kafalarını havaya kaldırmışlar. Böylece su içmeye başlamışlar. Alaca inek de bu sudan kana kana içmiş. Hayvanlar yemlerini yiyince kız, yaşlı adamın yanına giderek sofraya oturmuş. Ondan artan yemekleri yemiş. Çok geçmeden tavukla horoz başlarını kanatları arasına sokmaya başlamışlar. Alaca inek de gözlerini kapamış. Bunun üzerine kız "artık ben de dinlenmeliyim" demiş. Kız merdivenlerden çıkmış, yatağı düzeltmiş, tertemiz örtüler örtmüş. İşi bitince yaşlı adam gelmiş, yataklardan birine yatmış. Ak sakalı ayaklarına kadar uzanıyormuş. Kız ikinci yatağa girmiş, duasını etmiş, uykuya dalmış. Küçük kız gece yarısına kadar rahat bir uyku uyumuş. Fakat ondan sonra evin içinde bir karışıklık olmuş. Evin köşe bucağından gıcırtılar, çıtırtılar duyuluyormuş. Kapılar kendiliğinden açılıyor, duvarlar yumruklanıyormuş. Tavanın kirişleri yerlerinden fırlayacaklarmış gibi büyük bir gürültü olmuş. Az sonra daha güçlü bir çatırtı duyulmuş. Bu kez de evin damı çöker gibi olmuş. Sonunda her yanı yine sessizlik kaplamış. Keza hiçbir şey olmamış. Yattığı yerden kımıldanmamış, yine uykuya dalmış.

Sabahleyin ortalık aydınlandıktan sonra uyandığı zaman bir de ne görsün?
Kendisi büyük bir salonun ortasında yatıyormuş. Kız sanki bir saraydaymış. Duvarlarda yeşil ipekten fon üzerinde altından çiçekler fışkırıyormuş. Yatak fil dişindenmiş.
Üstündeki yorgan kırmızı kadifedenmiş. Yanındaki bir sandalyenin üzerinde incilerle işlenmiş bir çift terlik duruyormuş. Kız bunları düşte gördüğünü sanmış. Fakat içeriye çok şık giyinmiş üç uşak girmiş. Ne gibi buyrukları olduğunu sormuşlar. Kız "gidin, şimdi yataktan kalkacağım, yaşlı adama çorba pişireceğim. Güzel tavukla güzel horoza, alacalı güzel ineğe de yem vereceğim." Kız yaşlı adamın kalktığını sanıyormuş. Onun yatağına bakmış. Fakat yatakta yaşlı adamın yerine yabancı bir erkek yatıyormuş. Dikkatle bakınca bu adamın hem genç, hem de güzel olduğunu görmüş. Adam uyanmış. Yatakta doğrulmuş "ben bir prensim demiş, kötü bir cadı beni ak saçlı, ak sakallı bir yaşlı kılığına sokarak ormanda yaşamaya zorlamıştı.Bir tavuk, bir horoz ve alacalı bir inek kılığında üç uşaktan başka hiç kimse benim yanıma gelemiyordu. Eski durumuma dönmem için yalnızca insanlara değil; hayvanlara da iyilik etmeyi seven, temiz yürekli bir kızın yanıma gelmesi gerekti. İşte bu kız sen oldun. Cadının yaptığı tılsım, bu gece
yarısı senin yardımınla bozuldu. Eski orman kulübesi yeniden sarayıma dönüştü."

Yataktan kalkınca prens üç uşağını kızın ana-babasına yollamış.
Onları düğüne çağırmış. Bu sırada kız "ama benim öbür kız kardeşlerim nerede?" diye sormuş. Oğlan yanıt vermiş: "Onları mahzene kilitledim. Sabahleyin ormana götürülecekler. Kötü huylarını düzeltinceye, zavallı hayvanları aç bırakmayıncaya kadar bir kömürcüye hizmetçilik edecekler! "

Yoksul Kunduracı Masalı Oku

Eski zamanlarda, ülkenin birinde yoksul bir kunduracı ve karısı yaşarmış. Kunduracı çok yaşlandığı için artık eskisi gibi çalışamıyormuş. Kazandıkları para ancak karınlarını doyurmaya yetiyormuş.
Kunduracı, bir gece elinde kalan son deriyi de ertesi gün ayakkabı yapmak için hazırlayıp tezgahın üzerine koymuş. Yatmaya gitmiş.
Ertesi sabah her zamanki gibi erkenden kalkmış.
Tezgahın üzerinde bakınca çok şaşırmış. Çünkü bir çift ayakkabı duruyormuş. Ayakkabılar öyle güzelmiş ki, müşterilerden biri bunları görünce çok beğenmiş.
Hemen satın almış. Yaşlı kunduracı kazandığı paralarla iki çift ayakkabı yapabilecek kadar deri satın almış.
Derileri o akşam yine ertesi gün ayakkabı yapmak üzere hazırlamış. Sabahleyin kalktığında bu kez iki çift ayakkabı bulmuş.
Dükkana gelen müşteriler ayakkabıları çok beğenip bol bol para vermişler.
Kunduracı bu durumdan çok memnunmuş. Artık pazara gidip yeterince deri alabilecekmiş.
O akşam yine derileri hazırlarken ertesi sabah ne göreceğini tahmin edebiliyormuş.
Gerçekten de düşündüğü gibi olmuş. Sabah kalktığında dört çift gıcır gıcır ayakkabı tezgahın üzerinde duruyormuş.
Günler böyle geçmeye başlamış.
Yoksul kunduracı artık geçim sıkıntısı çekmiyormuş. Kazandığı paralarla istediği kadar deri alabiliyormuş. Hatta bir miktar da para arttırıp gelecek günler için saklıyormuş.
Kunduracı bir gün karısına:
- Bu böyle olmayacak. Bize yardım edenlerin kim olduklarını mutlaka öğrenmemiz gerek. Bunun için bu gece saklanarak onları gözetleyeceğim, demiş.
Yine derileri hazırlayıp tezgahın üzerine bırakmış. Karısı da odanın aydınlanması için mum yakarak masanın üzerin koymuş.
Bütün hazırlıklar tamamlanınca karı koca odadaki dolabın içerisine girerek beklemeye başlamışlar.
Vakit gece yarısı olunca birden tıkırtılar duyulmaya başlamış. Kapı açılmış. Çok sevimli iki minik adam içeri girmişler.
Tezgahın yanına gelerek kunduracının bıraktığı derilerden ayakkabı yapmaya başlamışlar.
Karı koca hayretle onları izliyorlarmış. Cüceler işlerini bitirerek sabaha karşı gitmişler.
Ertesi gün kunduracı düşünmeye başlamış. Kendisini fakirlikten kurtaran bu adamlara teşekkür etmek istiyormuş, ama nasıl?
Akşam olunca karısına:
- En iyisi minik adamlar için güzel kıyafetler hazırlayalım, demiş.
Hemen işe koyulmuşlar. Onlar için minik elbiseler, ayakkabılar hazırlamışlar.
Ertesi gece kunduracı tezgahın üzerine kesilmiş deriler yerine hazırladıkları hediyeleri bırakmış.
Yine bir mum yakarak dolabın içine saklamışlar.
Az sonra kapı açılmış. Minik adamlar tezgaha yaklaşınca kendileri için bırakılan hediyeleri fark etmişler.
Sevinçle dans etmeye başlamışlar. Sonra hoplaya zıplaya gitmişler. İki minik adam bir daha hiç görünmemişler.
Ama, kunduracı ile karısı, minik adamlar sayesinde kazandıkları parayla ömür boyu rahat yaşamışlar. Onları da hiç unutmamışlar.

Yıldız Yağmuru Masalı Oku

Kış, beyaz ağaçlar yaratır topraktan; bazı insanlardan umutsuzluk yaratır, ama bir sevgi iliştirir bu umutsuzluğa, dünyanın en garip çiçeğini yaratır.

Annesi babası ölmüştü kızın, başında bir kukuletası sırtında yırtık bir elbisesi ve tüyleri yağmur yemiş bir paltosu vardı. Böyle bir kızın cebinde olsa olsa bir dilim ekmeği olur ancak, avucunda sıkı sıkı tuttuğu birazcık bozuk parası olur. Ama kış güveni nedense kaybolmamıştır. Kuşlara bakarak ısınmaya çalışır. Titrerken düşünüyordu kız.

-Bahar gelecek günün birinde Kar taneleri yerine tomurcuk yağacak gökten sincaplar ılıklığı yukarı taşıyacak. Kış baharın habercisidir, meleklere mektup yazar, gönderilmesini ister baharın bu arada yeryüzünü oyalar.

Bunları düşünürken yaşlı bir adam çıktı karşısına.
-Param yok, karnım aç, dedi bana para ver biraz, sen küçük bir çocuksun nasılsa doyururlar seni.
Hiç düşünmedi bile kız bütün parasını ihtiyara uzattı. Sanki beyaz bir aslan girmişti şehre, alev yerine kar soluyordu şemsiyesi olanların şemsiyesini, düşleri olanların düşlerini parçalıyordu. Ama umutsuzluğa kapılmadı kız, sokakta bir başına yürüdü.

Bir kadın belirdi yanı başına.
-Güzel çocuk, dedi yiyecek bir şey var mı cebinde? Ağzıma üç gündür lokma koymadım kime başvurduysam geri çevirdi beni...
Bir dilim ekmeği vardı ya, onu yesin zavallı kadın, kendisi bir şey yemeyeli iki gün olmuştu daha.
-Al teyze, dedi, benim karnım tok, daha demin yemek yedim. İnan bana, daha olsaydı daha verirdim.

Sonra küçük bir çocuğa giydirdi paltosunu, gömleğini kendi boyunda bir kıza armağan etti, hava kararmıştı nasıl olsa, kimseler göremezdi kendisini.

Ama o bir kedi yavrusunu gördü; soğuktan sesi bile donmuştu kedinin, bıyıklarında buz tutmuştu miyavlaması. dergiciler görseydi, kış resmi olarak dağların değil onun resmini koyarlardı dergi kapaklarına. Başından çıkardığı kukuletaya sardı kediyi.

Kış,adımlarını yönetir insanların; kürklü olanları tiyatroya götürür, paltolu olanları sinemaya götürür, ceketli olanları evlerine götürür, çıplak olanları korulara götürür.

Derken, kendini bir koruda buldu kız, saçlarının arasına sokup ellerini gökyüzüne baktı. O anda tipi dindi, bulutlar açıldı ve ansızın beliren samanyolundan bir yıldız kaydı, sonra bir yıldız,bir yıldız daha, bütün samanyolu, büyük ayı, küçük ayı, hepsi ayaklarının dibine düştü kızın, sonra çoban yıldızı düştü.

Yeryüzü inanılmaz sevinçler yaratır. Eğilip baktı kız, toprağa değdikçe altın oluyordu yıldızlar.

Artık gelmemek üzere gidiyordu kış yoksulların, kedilerin yanından; güzel yemekler, kalın kumaşlar alınırdı bu altınlarla.

Göğü seven denizcilerin tanıdığı bütün yıldızlar birer birer düştü yere onları gören ay bile çekinmedi havada parçalandı ve dallarına altın birer yaprak olarak kondu ağaçların.
Alışverişi seven sincaplar için işte bir sürü altın.

Ürkek Tavşan İle Kurbağalar Masalı Oku

Ormanların en korkak hayvanı tavşanmış. Yaprak kımıldasa hemen saklanacak yer ararmış. Ona bu kadar korkak olmaması gerektiğini söylüyorlarmış ama bu sözde pek işe yaramıyormuş. Kendisinden çok daha küçük hayvanların ormanda korkusuzca gezdiğini gören tavşan korkaklığına daha bir üzülürmüş. 

Bir gün tavşan ormanda gezintiye çıkmış. Tabii buna gezinti denirse. Korka korka, saklana saklana yüreği ağzına gelerek yürüyormuş ormanda. Tam gölün kıyısına geldiğinde vwırrrakk wırraaakkk diye bağırarak suya atlayan kurbağalar görmüş. Buna çok şaşırmış. Çünkü kurbağalarda kendisinden korktukları için suya atlıyorlarmış. Tavşan o an anlamış ki ormanda kendisinden daha korkak hayvanlarda var.

O günden sonra tavşan korkusunu az da olsa yenmeyi başarmış.

Üç Evlat Masalı Oku

Üç kadın çeşme başında toplanmış konuşuyorlardı.Az ötede ihtiyarın biri oturmuş, kadınların çocuklarını methetmelerini dinliyordu.
Kadınlardan biri: -Benim oğlum öyle marifetlidir ki, hiç kimse bu konuda onunla boy ölçüşemez...Tam bir cambazdır o! İp üzerinde bir yürüse de görseniz.
Diğer kadın heyecanla atılarak: -Benim oğlumun sesini bilseniz, dedi.Tıpkı bir bülbül gibi şakır.Yeryüzünde hiç kimsenin böyle bir sesi yoktur.Allah vergisi bu...
Üçüncü kadın susup duruyordu.Diğerleri sordular: -Sen çocuğunu niye övmüyorsun? Nesi var ki? -Çocuğumun çok üstün bir tarafı yok ki...Ne diye durup dururken öveyim onu.
Kadınlar kovalarını doldurup yola koyuldular.İhtiyar adam da peşleri sıra yürümeye başladı.Kadınlar ağır kovaları taşımakta güçlük çektikleri için ara sıra duruyor ve dinleniyorlardı.Sırtları ağrı içindeydi. Bu sırada çocukları onları karşılamaya çıktı.
Birinci çocuk hemen elleri üzerinde havaya kalkmış, çeşitli marifetler gösteriyordu.Kadınlar gözleri hayretten büyümüş haykırdılar:
Aman ne kabiliyetli çocuk!.. İkinci çocuk altın gibi bir sesle öyle güzel şarkılar söyledi ki, kadınlar gözleri yaşlarla dolu hayranlıkla dinlediler onu... Üçüncü çocuk koşarak geldi, annesinin elinden kovayı aldı ve eve kadar taşıdı.
Kadınlar ihtiyara dönüp:
-Bizim çocuklarımız hakkında ne diyorsun, dediler. İhtiyar şaşkınlıkla:
-Çocuklarınız mı? Dedi. Onları bilmem. Yalnız biri vardı, annesinin elinden kovayı alıp eve taşıdı.
Onu çok beğendim...

Uyuyan Güzel Masalı Oku

Bundan yıllar önce uzak ülkelerin birinde bir kralla güzeller güzeli bir kraliçe yaşıyordu.Kocaman görkemli bir şatoda oturan kral ve kraliçeyi ülkenin halkı çok seviyordu.
Özellikle güzel olduğu kadar iyi kalpli olan kraliçeye herkes hayrandı. Bu iyi yürekli kraliçenin hayattaki en büyük dileği bir çocuk sahibi olmaktı.
Sonunda bu dileği gerçekleşti ve güzel bir ilkbahar sabahı harika bir kız çocuğu dünyaya getirdi. Genç kralla Kraliçenin mutluluğuna diyecek yoktu.
Küçük prensesle doğumunu kutlamak için o güne kadar görülmemiş bir şenlik düzenlendi. Bu şenliğe o ülkedeki bütün insanlar ve periler davet
edilmişti.

Şenlikler şatonun büyük salonlarında kutlanıyordu. Her taraf o günün şerefine süslenmişti. Bütün davetlerin dikkati, yatağında uslu uslu yatan
minik prensesin üzerindeydi. Melek yüzlü iyilik perileri beşiğin çevresinde toplanmıştı. Her biri sırayla bebeğe iyi dileklerde bulundular.
Kimi ona güzellik, kimi akıl, kimi de cömertlik armağan etti. Fakat büyük
bir talihsizlik olmuş ve yaşlı bir periyi şenliğe davet etmeyi unutmuşlardı. Bütün konuklar neşe içinde eğlenirken yaşlı peri birden
ortaya çıkıverdi. Şenliğe davet edilmediği için çok kızmıştı. Öfkeyle
küçük prensesin beşiğine yaklaşarak "Onaltı yaşına geldiğinde parmağına
bir iğ batacak ve öleceksin" dedi Oradaki herkes şaşkınlıktan donakalmıştı.
İşte tam bu sırada henüz dilekte bulunmayan perilerin en genci ileri
atıldı. " Üzülmeyin, dedi yavrunuz ölmeyecek Küçük prenses yüz yıl sürecek derin bir uykuya dalacak ve bir prens gelip onu öptüğünde bu uzun uykudan uyanacak"

Kral ve Kraliçe genç periye teşekkür etti.Ama kral yinede bu kehanetin gerçekleşmesinden büyük kaygı duyuyordu. Hemen bütün muhafızlarına,
ülkedeki iğlerin kaldırılmasını emretti. Bu emre uymayanların cezası ölüm olacaktı. Böylece aradan uzun yıllar geçti.


Mutlu bir hayat süren prenses hergün biraz daha büyüyüp güzelleşiyordu.
Onaltı yaşına geldiğinde bir gün şatoyu gezmeye karar verdi. Şato okadar büyüktü ki, bilmediği pek çok yeri vardı. O zamana kadar görmediği küçük bir odada yaşlı bir kadına rastladı. Kadın elindeki iğ ile iplik eğiriyordu. Bu iğ nasıl olduysa muhafızların gözünden kaçmıştı. Çok meraklanan prenses tanımadığı bu garip alete dokunmak istedi ve iği eline alır almaz eline battı . Kötü kehanet sonunda gerçekleşmişti.

Hemen uykuya dalan güzel prenses ipek örtüler içinde altından yapılmış bir
yatağa yatırıldı. Prensesle birlikte bütün şato yüz yıl sürecek derin bir uykuya daldı. Kral Kraliçe muhafızlar, hizmetkarlar ve saray çalgıcıları da uyumuştu. Sadece onlarda değil... Sahibiyle birlikte avludaki köpek, ahırdaki koşulmuş at, hatta dallardaki kuşlar bile uyudu.

Her tarafa derin bir sessizlik çökmüş onları uyandırmamak için rüzgar bile susmuştu. Ağaçların yaprakları da kımıldamaz olmuştu. Bu arada uyuyan şatonun çevresinde sık bir orman göğe doğru yükselip onu bütün gözlerden gizledi. Bu arada aradan tam yüz yıl geçmişti.

Yine ilkbahar gelmiş bütün doğa uyanmıştı. günlerden bir gün genç ve cesur bir prensin ormana yolu düştü. Uyuyan güzel efsanesini duymuş ve onu bulmaya karar vermişti. Günlerce aradıktan sonra, önüne geçemediği bir duygu onu bu ormana çekmişti. Sonunda şatoyu buldu ve prensesin uyuduğu odaya girdi. Daha onu görür görmez yüreğini tarifsiz bir sevgi kapladı.

Prenses'e daha o anda aşık olmuştu. Genç kıza doğru eğildi ve onu hafifçe öptü. Güzel bir prenses sihirli bir değnekle dokunulmuş gibi hemen gözlerini açtı. Onunla birlikte şatodakilerde gözlerini açtı. Kötü kalpli perinin büyüsü artık bozulmuştu. İki genç kısa süre sonra görkemli bir düğünle evlendiler ve uzun yıllar birlikte mutlu bir hayat sürdüler.

Uyku Cücesi Masalı Oku

Bir varmış bir yokmuş, Evvel zaman içinde kalbur saman içinde Uykular ülkesinde, uykuların en derin yerinde bir uyku cücesi varmış. Uykular ülkesindeki evinde sabah akşam uyuklarmış. Dünya üzerindeki çocuklardan biri uyumak istemediğinde uyku cücesinin kulakları çın çın çınlar, gözleri fal taşı gibi açılır, yerinden fırlayıp o çocuğun bulunduğu eve gidermiş. Çocuğun odasına girdiğinde, elindeki değneği çocuğun gözlerine doğru uzatır, kirpiklerine bir iki kere vururmuş. Böylece uyumayan çocuk,horul horul uyurmuş.

Günlerden bir gün Barış adlı bir çocuk televizyonun karşısında biraz fazla kalmış, böyle olunca da uyku saatini kaçırmış. Bu sırada uykular ülkesindeki uyumakta olan uyku cücesinin kulakları çınlamaya, gözleri faltaşı gibi açılmaya başlamış. Hoplamış, zıplamış bir adımda Barış’ın odasına gelmiş. Elindeki uyku değneğini çocuğun gözlerine doğru uzatıp, kirpiklerine bir iki kere vurmuş. Barış gözlerini daha çok açıp uyku cücesine bakmış. Uyku cücesi elindeki değneği tekrar ona doğru uzatmış, Barış değneği eliyle şöyle bir tutmuş ve gülmeye başlamış. Uyku cücesinin başına daha önce hiç böyle bir şey gelmemiş, o yüzden şaşırmış, afallamış değneğini Barış’ın elinden almak için çekmiş. Barış kıkır kıkır gülmeye başlamış. O kadar çok gülüyormuş ki, uyku cücesi telaşlanmış. Çünkü biraz sonra Barış’ın annesi odanın kapısını açmış. Uyku cücesi kendini yatağın altına atıp, saklanmış. Günün birinde çocukların dışında biri uyku cücesini görürse, bir daha uykular ülkesinden çıkamazmış.

Annesi Barış’ı yanaklarından öpmüş ve uyuması için ona bir masal anlatmış bu arada bizim uyku cücesi, annenin anlattığı masaldan çok etkilenip, yatağın altında uyuyakalmış. Bir saat kadar sonra Barış yatağından aşağı inmiş, uyku cücesinin kulağının dibine yaklaşıp “Aaaaaaaaa” diye bağırmış. Uyku cücesi aniden uyanınca kafasını yatağa çarpmış sonra da Barış’ın ağzını kapatmış. Barış ağzı kapalı olduğu halde gülmeye devam etmiş, o kadar çok gülüyormuş ki, Uyku cücesi Barış’ın annesi odaya tekrar gelir diye telaşa kapılmış. Hayatında ilk defa bir çocuğu uyutmayı başaramıyormuş. Barış’ın karşısına çıkıp, eliyle sus işareti yapmış, Barış susmuş, ondan sonra takla atmaya başlamış, Barış merakla onu izliyormuş, uyku cücesi birden bire Barış’ın yanına hoplayıp, gözkapaklarını elleriyle çekiştirmeye başlamış, Barış gözlerini açmaya çalışıyor, uyku cücesi kapatmaya çalışıyormuş.

Birkaç dakika sonra uyku cücesi Barış’ın gözkapaklarını bırakmış. “Sen neden uyumuyorsun çocuk”? diye sormuş ona. Çocuk biraz da ağlamaklı gözlerle ona bakmış :”Sen kimsin “? Demiş. Uyku cücesi,: “Ben yku cücesiyim, uyuyamayan çocuklara masal anlatır, değneğimle göz kapaklarında dolaşır, onları uyuturum “ demiş.
Barış tekrar kıkır kıkır gülmeye başlamış.” İyi ama ben bütün gün uyudum zaten, o yüzden uyuyamıyorum “ demiş. Sahiden de Barış o gün okuldan geldikten sonra biraz yatmış ama 6 saattir uyuyormuş zaten, uyku saati biraz karıştığı içinde şimdi uyuyamıyormuş işte….

Uyku cücesi ona uyku saatlerine dikkat etmenin ne kadar önemli olduğunu anlatmış bütün gece. Çocukların günde en az 12 saat uyumaları gerektiğini, uyku düzenlerini bozduklarında işlerin karışacağını anlatmış. Barış ile birlikte gün ışıyana kadar konuşmuşlar. En sonunda Barış sabaha karşı uyuyakalmış. O gece Barıştan başka hiçbir çocuk uykusuz kalmamış, uyku cücesini bu yüzden çağıran olmamış.

Uyku cücesi ise hayatında ilk defa karşılaştığı bu olay sayesinde o gece yeni bir şey öğrenmiş. Şimdi nerede miymiş ? Tabiî ki uykular ülkesinde, aranızdan biri uykusuz kalırsa bir gece yanınıza gelecek, küçücük değneğini gözlerinizde gezdirecek, size masallar anlatacakmış…
Şiiiişşttt uyku cücesi şu anda uyuyor, sessiz olun çocuklar...

Topal Karınca Masalı Oku

Vakti zamanda karıncalar arasında topal bir karınca varmış. Topallığına karşın gece gündüz demez çalışırmış. Havanın çok sıcak olduğu bir gün, çok ağır olan bir yiyeceği bulduğu yerden alıp yuvasına taşımaya başlamış. Yolu da uzunmuş. Uzun yolculuk ederken, şura senin bura benim derken, günün o kavurucu sıcaklığı da yerini tatlı tatlı esen serin bir rüzgâra bırakmış. Derken her tarafı çiçeklerle bezenmiş bir su kaynağının başına varmış. Çiçekler nazlı nazlı sallanıp birbirleriyle yarenlik ediyorlarmış.
Topal karınca biraz nefes alıp dinlenmek için, sırtındaki yükü bir karanfil çiçeğinin yanına bırakmış. Biraz dinlenmek için buradan daha iyi yer olmayacağını düşünmüş. Gümüş parıltısında akan suyun içinde baş aşağı akseden güzelliği izlemiş bir zaman. Sonrada yükünün üstüne oturarak dinlenmeye başlamış.
Karanfil çiçeği şöyle boynunu büküp topal karıncaya bakmış, taşıdığı yüke bakmış, hayretler içinde:
-Amma da tuhaf! Diye söylenmiş kendi kendine. O küçücük boyunla bu kadar yükü taşıyorsun demek. Üstelik ayağının biri de topal. Taşıyabildiğin kadarını yüklensen olmaz mı? Demiş.
Topal karınca başını kaldırıp karanfil çiçeğine bakmış. Sonra da kendi kendine:
-Hey gidi dünya, herkesi başka türlü yaratmış. Bak sen benim ile karanfil çiçeğinin arasındaki farka!.. Bu güzelim yerde, şırıl şırıl akan güzelim suyun başında böyle keyif çatmak için ne yapmış acaba? Ya ben bu kadar çetin doğa koşulları ile uğraşıp bir dilim yiyecek için bu kadar çile çekmek için ne günah işledim peki?..
O arada gelincik çiçeği söze karışmış.
-Günah filan işlemedin akıllım, herkesin bir yaşamı var. Senin yaşamında öyle. Bizim ki de böyle. Bizim yaşamımızın iyi olduğunu sanıyorsun, hiçte öyle değil. Her gün korku içinde yaşıyoruz. Gün yok ki yüreğimizi korku sarmasın. Her an ölümle burun burunayız. Ya bir ot oburun dişleri arasında, ya da birinin ayakları altında ezilip gideriz her an. Hiç olmazsa sen kendini koruyabiliyorsun. Senin durumunda olmak için neler vermezdim, demiş.
Topal karınca, gelincik çiçeğine uzun uzun bakmış ilkin. Sonra da kalkıp derede akan soğuk suyu yüzüne çarpıp kana kana içmiş.
-Ohhhh bee! Bu su her şeye değer doğrusu, diyerek geçip gelincik çiçeğinin dallarının dibine oturup yiyecek çıkınını açmış. Çıkınında çıkardığı bir bezi olduğu yere sermiş. Yiyeceklerini bir bir bezin üstüne bıraktıktan sonra, karanfil ve gelincik çiçeğine:
-Buyurun birlikte yemek yiyelim, demiş.
Gelincik çiçeği:
“afiyet olsun biz o işi biraz önce yaptık”, demiş.
Karanfil çiçeği:
“gideceğin yolun daha çok mu,” demiş.
Topal karınca:
-Evet uzak, daha iki günlük yolum var, deyince.
Gelincik çiçeği:
“o zaman bu gece bizim konuğumuz ol, bir iyice yorgunluk atarsın, birlikte dertleşir söyleşiriz.”
Karanfil çiçeği:
“ Evet gelincik doğru söylüyor, bu gece konuğumuz ol. Uzun zamandır kimseler bize konuk olmadı.”
Topal karınca:
“Haklısınız gün boyu durmadan yürüdüm. Yorgunluktan keyfim kaçtı zaten. Elimden olmayarak size karşı kaba bir söz söylediysem bağışlayın. Ben kötü biri değilim aslında.
Gelincik çiçeği:
“biz halden anlarız arkadaş üzülme sen,”
Karanfil çiçeği:
“yok canım hiçte söylediğin gibi değil, kimse kimseye kaba laf söylemedi, keyfine bak sen.”
Topal karınca yemeğini yedikten sonra, yere düşen kırıntıları toplamış, yeşillikler arasında hiçbir çöp bırakmadan her tarafı temizlemiş. Yere serdiği bezi güzelce toplayıp kaldırmış. Geçip derede ellerini bir iyice yıkamış, dişlerini fırçalamış.
Karanfil çiçeği ve gelincik çiçeği, topal karıncanın bu temizliğine hayranlıkla bakmışlar ilkin sonra da kendi aralarında.
Gelincik çiçeği:
“bak görüyor musun yerde tek çöp bırakmadı. Doğayı ve çevreyi temiz tutmaya özen gösteriyor.”
Karanfil çiçeği:
“evet haklısın ama bunu yapmak zorunda. Çevresini temiz tutmayanların hastalıklardan kurtulması olası değil. Sağlıklı yaşamanın birinci kuralı temizlik ve çevreyi korumaktır. Yeşilliği korumaktır.”
Gelincik çiçeği:
“ama birileri her tarafı kirletiyor, hatta daha da ileri giderek yerlere tükürüyorlar, çöplerini rasgele yerlere atıyorlar.”
Karanfil çiçeği:
“haklısın öyle davrananlar o kadar çok ki.”
Gelincik çiçeği:
“Peki bunlara okulda öğretmiyorlar mı? Örneğin yerleri kirletmeyin, çevrenizi temiz tutun, pikniklerde yerleri kirletmeyin, çöplerinizi toplayın, sigara yanıklarını kurumuş otların arasına atmayın demiyorlar mı?”
Karanfil çiçeği:
“Diyorlar demesine diyorlar da, ama anlayan kim, insanın kendisinden olmalı. Geçenlerde bana biri söyledi, yeni okula gidenler okuyan gençler çok akıllıymış biliyor musun? Çevre temizliğine çok önem veriyorlarmış. Birisi yerlere bir şey attı mı hemen onu ikaz ederek çöp bidonlarını gösteriyorlarmış ya!..”
Gelincik çiçeği:
“Çok güzel ya!.. Desene artık kirlilikten kurtulacağız.”
Karanfil çiçeği:
“Evet, birkaç yıla kadar her taraf pırıl pırıl olacak göreceksin.”
Gelincik çiçeği,
“Umarım,”


Taki Akkuş

Tilki İle Leylek Masalı

Geçmiş zaman içinde bir tilki ile bir leylek varmış. Bunlar yalnızlıklarını gidermek için kardeş olmuşlar. Bir gün tilki, leyleği evinde misafir etmiş. Bir kazan ayran çorbası pişirmiş, geniş bir kaba dökmüş, getirip sofraya koymuş. Yemeye başlamışlar.

Kapları düz olduğu için leyleğin gagasına bir pirinç tanesi bile gelmiyormuş. Fakat tilki çorbasını rahat rahat içiyormuş. Böylece leylek birkaç pirinç tanesini yiyinceye kadar tilki çorbayı yalayıp yutmuş. Leylek aç kalmış. Kalkıp söylene söylene evine gitmiş.

O gece sabaha kadar karnının gurultusundan uyuyamamış. Bu olaydan birkaç gün sonra, tilki leyleği yine davet etmiş. Leylek yufka yürekli bir kuş imiş. İçindeki bütün kızgınlığı unutarak, kalkıp tilkiye misafirliğe gitmiş. Tilki bu defa da çorba pişirmiş, siniye dökmüş, getirip sofraya koymuş. Ve yine leylek bir tek pirinç alamadan tilki çorbayı yalayıp yutmuş.

Leylek bu sefer de aç kalmış. Kendi kendine: “Peki tilki, alacağın olsun, fakat ben bunu senin yanına bırakmam.” demiş. Sonra kendini gayet memnun göstererek tilkiye:

— Çok teşekkür ederim kardeş, sana zahmet verdim. Bu zahmetine karşılık gel seninle bir geziye çıkalım, içimiz açılsın.

— Zaten ben de gezmek istiyordum, sağolasın yüreğimce bir haber verdin.

— O zaman benim kanatlarımın üstüne bin, seninle gökyüzünde gezelim.

Tilki leyleğin üstüne binmiş. Leylek gökyüzüne yükselmiş. Biraz uçtuktan sonra leylek tilkiye:

— Kardeşim bak bakalım, yeryüzü nasıl görünüyor.

— Bir tarla boyunda görünüyor.

Leylek biraz daha yükselmiş:

— Kardeşim ya şimdi nasıl görünüyor?

— Yeryüzü hiç görünmüyor. Leylek biraz daha da yükselip:

— Tilki kardeş iki kanadım da ağrıyor, çok yoruldum, biraz in de kanatlarımı dinlendireyim.

— Aman kardeşim, yalvarırım, kurban olurum, ben bu gökyüzünde nereye ineyim? Nasıl ineyim? Beni sen aşağıya indir.

— Hayır, kanatlarım ağrıyor, inmezsen seni yere atarım. Sen bilirsin! Tilki leyleğin tuzağına düştüğünü anlamış ve yalvarmaya başlamış:

— Leylek kardeş, bir yanlışlık yaptım, “Kötülüğe karşılık iyilik gerek”, demişler.
Gel bu defa beni affet, ölünceye kadar kulun kölen olurum.

— Hayır. Ne ekersen onu biçersin, ben sana borçluydum borcumu ödüyorum. Tilkinin bitmek bilmeyen yalvarmalarından sonra leyleğin kalbi yumuşamış, tilkiye acımış.

Gökyüzünden aşağıya inmeye başlamış, yeryüzüne beş on metre kala, “Al işte!” diyerek tilkiyi kanatlarından atmış. Kurnaz tilkinin kaburgası, ayakları çok ezilmiş. Tam bir ay yerinden kalkamamış. O günden sonra da bir daha kimseyle dalga geçmeyeceğine, kimseye kötü davranmayacağına dair kendine söz vermiş.

Tilki İle Kedi Masalı Oku

Tilki ile kedi sohbet ediyorlarmış. Tilki durmadan hilekar ve kurnaz olduğunu anlatıyormuş. Söylediğine göre düşmanları onu alt edemezmiş. Çünkü onlardan kurtulacak bir sürü oyun ve hile biliyormuş. Kedi birazda utanarak “Ben fazla oyun bilmem ki.” Demiş. “Düşmanlarımın elinden kurtulmak için tek bir yol bilirim. O da kaçmaktır.

Tilki: “Kedi kardeş.” Demiş. “Ben her tehlike karşısında başımın çaresine bakabilirim. Ama senin durumuna üzülüyorum. Korkarım bir gün seni çabuk altedecek.” Az sonra bir sürü Tazının bağrışmalarını duymuşlar. Bir avcı topluluğuna ait bu köpekler bütün hızlarıyla kendilerine doğru koşuyormuş. Kedi hemen yanındaki ağacın dallarına sıçrayarak üstteki bir yaprak kümesinin içine saklanmış. Tilki ise acaba şu hileyi mi yapsam yoksa bu hileyi mi diye düşünmeye başlamış. Çünkü o kadar hile biliyormuş ki hangisini uygulamasının doğru olacağına bir türlü karar veremiyormuş. Tam birisini uygulayacakmış ki tazılar etrafını çevirip tilkinin işini bitirmişler.

Bütün olanları yukarıdan seyreden kedi çok hile bilmediğine şükretmiş.

Tembel Tavşan Masalı Oku

Bir zamanlar ormanda korkunç bir kuraklık başlamış. Yaz gelip geçtiği halde, tek bir damla bile yağmur yağmamış. Susuzluk hayvanların canına tak edince, bu duruma bir çare bulmak için toplanmışlar. İçlerinden birisinin teklifi üzerine, bur kuyu kazmaya karar verip çalışmaya başlamışlar. Bütün hayvanlar, hatta kuşlar bile gece gündüz çalışıyormuş. Ancak tavşan; "Ben daha çok küçüğüm!" diyerek çalışmak istemiyormuş. Tavşanın böyle nazlanması diğer bütün hayvanları çok kızdırmış.
Hayvanların emeği boşa çıkmamış. Kazdıkları kuyudan buz gibi bir su çıkınca, herkes çok sevinmiş. Kana kana içip yıkanmışlar. Kuyunun kazılmasına yardım etmeyen tavşana ise su vermemişler. Kral aslan, tavşanın kuyuya yaklaşmasını önlemek için,kuyunun başına her gün bir nöbetçi görevlendirmiş.
Tavşan yaptığı hatayı anlamış anlamasına, ancak iş işten geçtiği için yapacak bir şeyi de yokmuş. Bir gece kuyuda nöbet tutma sırası file gelmiş. Tavşan fili çok severmiş "kimse görmeden bana biraz su verir" düşüncesiyle yanına gidince, filin uyuduğunu görmüş. Çok uğraşmasına rağmen, onu bir türlü uyandıramamış. En sonunda gidip kulağına bağırmış. Fil öyle bir zıplamış ki, kuyunun etrafındaki taş ve toprak yığınına çarpmış, bütün taş ve toprakları kuyunun içine dökmüş.
Böylece kuyu kapanmış. Bu duruma çok üzülen fil ağlamaya başlamış. "Benim yüzümden oldu!" diyormuş. "Şimdi ne içeceğiz, hem sabah olunca diğer hayvanlara ne diyeceğim?"
"Bu kadar üzülme!" demiş tavşan.
"Elbette bir çaresini buluruz. Hem ikimiz beraberce çalışırsak, sabaha kadar kuyuyu temizleyip açarız."
Fil: "Ama sen küçük ve zayıfsın!" demiş. Tavşan şöyle cevap vermiş; "Sen beni şimdi gör! Bak ki nasıl çalışıyorum."
Gerçekten de tavşan bir çalışmış, bir çalışmış ki sormayın. Sabaha kadar fille birlikte kuyuyu açmayı başarmışlar. Ertesi gün fil, bütün hayvanlara tavşanın çalışkanlığını anlatmaya başlamış. Herkes tavşanı alkışlayıp, kuyudan su içmeyi hak ettiğini söylemiş.
Tavşan sadece su içebildiğine değil, diğer hayvanlarla yeniden dost olduğuna da çok sevinmiş. Kendisini ormanın bir üyesi gibi görmek onu mutlu ediyormuş.

Sihirli Fasulye Masalı Oku

Bir zamanlar yoksul ve dul bir kadın varmış. Oğlu çok tembel bir delikanlı olduğu için paraları yok denecek kadar azmış. Bir gün o kadar zor bir duruma düşmüşler ki, kadıncağız ellerinde kalan tek mal varlığını, Süt Beyazı isimli ineklerini satmaya karar vermiş. Oğluna ineği pazara götürüp satabileceği en iyi fiyata satmasını söylemiş.

Delikanlı pazara giderken yolda tuhaf bir yaşlı adama rastlamış. Yaşlı adam ineğe bir göz atmış ve delikanlıya, “Bak çocuğum, bana bu ineği verirsen karşılığında sana çok değerli şeyler veririm,” demiş. Sonra cebinden beş fasulye tanesi çıkarmış.

“Fasulye tanesi mi?” demiş delikanlı tereddütle.”

“Ama bunlar sihirli,” demiş yaşlı adam. Adam öyle deyince bu iş delikanlının aklına yatmış ve fasulyeler karşılığında Süt Beyazı’nı yaşlı adama vererek yaptığı değiş tokuştan memnun, eve dönmüş.

“Anne! Bak elimde ne var!” diye seslenip olanları anlatmış delikanlı eve dönünce. Ama annesi ona çok kızmış. Fasulye tanelerini dışarı, eline geçirdiği tavayı da delikanlıya fırlatmış. Sonra da ceza olsun diye onu odasına yollamış ve ona yemek vermemiş.

Sabah olunca delikanlı gözlerine inanamamış. Yatak odasının penceresinden, dışarıda bir bitkinin hızla büyüdüğünü görmüş. Bu ne bir ağaç, ne de dev bir ayçiçeğiymiş; göğe doğru büyümüş sihirli bir sırık fasulyesiymiş. Delikanlı hemen pencereden sarkıp sihirli fasulyeye tutunmuş ve tırmanmaya başlamış.

Yarım saat sonra kendini, her şeyin normalden daha büyük olduğu garip bir ülkede bulmuş. Tarlaların ötesinde çok büyük bir ev varmış. Delikanlı evin yanına gidip kapıyı çalmış. Kapıyı bir kadın açmış.

“Yiyecek bir şeyiniz var mı?” diye sormuş delikanlı.

“Var,” demiş kadın. “Ama dev kocam gelince ortadan kaybolman gerek. Çünkü çocuklara hiç dayanamaz, onları hemen yer.”

Delikanlı tam bir şeyler yemek üzere sofraya otururken dışarıdan birinin gür bir sesle şunları söylediğini duymuş:

“Fee-fi-fo-fum, işte bir çocuk kokusu duydum. Ölü de olsa, diri de olsa güzeldir onları yemek. Kemiklerini öğütür, yaparım kendime ekmek.”

“Fırına saklan. Hemen!” demiş kadın delikanlıya. Sonra da kocasına, “Ne çocuğu hayatım, dün kediye verdiğim et parçalarının kokusunu aldın herhalde,” diye seslenmiş.

Yemekten sonra dev kese kese altınlarını saymaya başlamış. Kısa bir süre sonra altın saymaktan yorulup uykuya dalmış. Delikanlı saklandığı yerden çıkıp bir kese altın almış. Keseyi sihirli fasulyesinden aşağıya atmış, ardından fasulyenin sırığına tutuna tutuna aşağıya inmiş. Annesi artık şanslarının döndüğüne bir türlü inanamamış.

Ama birkaç ay sonra ellerindeki tüm altınlar bitmiş. Delikanlı tekrar sihirli fasulyesine tırmanarak devin yaşadığı ülkeye gitmiş. Devin karısı bu kez ona kuşkucu bir şekilde davranıyormuş.

“Geçen gelişinde bir kese altınımız kayboldu,” diye iğnelemiş onu. Ama yine de delikanlıyı içeri almış.

Çok geçmeden dev çıkagelmiş. “Fee-fi-fo-fum,” diye bir şarkı söylüyormuş. Bunu duyan delikanlı hemen yine fırına saklanmış.

“Ne çocuğu, hayatım,” demiş devin karısı. “Dün yediğin piliç haşlamanın kokusunu duydun herhalde. Sen etli böreğini yemene bak!”

Yemeğini bitirdikten sonra dev, karısına, “Kadın, bana tavuğumu getir,” demiş. Karısı hemen tavuğu getirmiş. “Yumurtla!” diye emretmiş dev ve delikanlının hayret dolu bakışları altında tavuk altın bir yumurta yumurtlamış. Tabii delikanlı tavuğu da alıp evine götürmüş.

Delikanlı ile annesi böylece zengin olmuşlar. Ama bir yıl sonra çocuk şansını bir kez daha denemeye karar vermiş ve tekrar sihirli fasulyesine tırmanmış. Bu sefer eve, devin karısına görünmeden girip, bir bakır tencerenin içine saklanmış.

Dev girmiş içeri. “Fee-fi-fo-fum,” diye başlamış yine tekerlemesine.

“Eğer bu yine o lanet olası çocuksa, fırına bak hayatım, kesin oradadır,” demiş karısı.

Delikanlı orada değilmiş tabii ki.

“Buralarda bir yerde, eminim,” diye gürlemiş dev, ama karısıyla birlikte evin altını üstüne getirmelerine rağmen onu bulamamışlar.

Bu sefer dev yemekten sonra altın bir harp çıkarmış ortaya. “Söyle!” diye emretmiş ve harp ninniler söyleyip onu uyutmuş. O an delikanlı bu harpı her şeyden çok istediğini anlamış. Horlamakta olan devin dizine tırmanmış, masaya atlamış ve harpı kapmış.

“İmdat!” diye bağırmış harp. Delikanlı, sırtında harp, masadan aşağıya atlamış. Dev peşine takılmış. Delikanlı sihirli fasulyesini yarıladığında harp, “İmdat!” diye bağırmış yine. Dev delikanlının peşinden sırık fasulyesine atlamış.

Delikanlı aşağıya ulaşınca, “Anne! Çabuk bir balta getir,” diye bağırmış. İkisi birlikte sihirli fasulyeyi baltayla kesmeye başlamışlar. Bir süre sonra sihirli fasulyeyle birlikte dev de yere düşmüş ve anında ölmüş.

“Üf!” demiş çocuk. “Az kalsın gidiyorduk!”

O günden sora delikanlıyla annesi zenginler gibi yaşamışlar. Onlar söyledikçe tavuk altın yumurta yumurtluyormuş. İnsanlar altın harpı dinlemek için onlara para ödüyorlarmış. Delikanlının güzel bir prensesle evlendiği de söyleniyor. Kim bilir belki de gerçekten evlenmiştir

Sığınak Arayan Çocuk Masalı Oku

Güneş batmış, ay gökyüzünde gezinmeye çıkmış. Gecelerden bir gece sevgili aynacık bakın neler anlatmaya başlamış

Uzak memleketlerin birisinde tahtına düşkün, zengin mi zengin bir padişah yaşarmış. Adil olmasına adilmiş ama, burnu kanasa bütün ülkeyi ayağa kaldırırmış.

Birgün öyle hastalanmış, öyle hastalanmış ki; ayağa kalkamaz, sarayının bahçelerinde zevkle gezinemez olmuş. Ülkede ne kadar iyi doktor varsa çağırmışlar. Ne kadar ilaç varsa denemişler, ama bir türlü padişahın hastalığına çare bulamamışlar.

Yaz gelmiş, çiçekler açmış, kuşlar cıvıldaşmaya başlamış. Güneş parıldıyor, herkesi evinden dışarıya çağırıyormuş. Fakat padişahımız, iyileşemediği için bu güzellikleri pencereden seyretmekle yetinmek zorunda kalıyormuş.

Birgün bütün doktorlar bir araya gelerek padişahın hastalığını konuşmaya başlamışlar. Artık onlar da sıkılmış bu olaydan. Çünkü padişah hergün onlara kızıyor, bağırıyormuş:

- Siz ne biçim doktorsunuz. Hepinizi astırmak lazım. Zindanlarda süründürmek lazım. Kafanızı uçurmak lazım

Doktorlar korkuya kapılmaya başlamışlar bu tehditler karşısında. En kısa zamanda padişahın hastalığına bir çare bulamazlarsa başlarının derde gireceğini seziyorlarmış. Nihayet içlerinden biri meydana çıkarak;

- Arkadaşlar, demiş. Buradan çok çok uzakta bir memleket var. Adı Sevilenya Orası ilimde ilerlemiş bir memlekettir. Bütün alimler mutlaka oraya gider ve ilmine ilim katarmış. İşte o memlekette yaşayan bir doktorun ünü dünyaya yayılmış. İyileştiremediği hasta, çaresini bulamadığı hastalık yokmuş. Padişahımıza söyleyelim haber salsın çağırtsın onu. Biz de rahatlayalım.

Doktorların hepsi bu fikre katılmışlar ve içlerinden birisini sözcü seçerek padişaha göndermişler. Padişah anlatılanları dinledikten sonra hemen emir vermiş:

- Derhal hazırlıklar başlasın. Yarın sabah yola çıkacak bir birlik oluşturulsun.

En güzel hediyeler, kese kese altınlar doktora verilmek üzere hazırlanmış. Ve ertesi sabah bilinmeyen ülkeye doğru yolculuk başlamış.

Akrep yelkovanı, gece gündüzü, ilkbahar kışı kovalamış yaz gelmiş. Padişahımız her sabah heyecanla uyanır sorar olmuş:

- Geldiler mi?

Çevresindekiler çekinerek cevap verirlermiş:
- Henüz gelmediler padişahımız.

Birgün güneş yüzünü dağların ardından göstermeden, ay yıldızlarla gökten çekilmeden nal sesleri şehrin sokaklarını inletmeye başlamış. Saray kapısı açılmış, muhafızlar hemen doktorlara haber vermişler:

- Birlik geri dönmüştür.

Doktorlar, padişahın hastalığına derman olacak doktorun gelip-gelmediğini öğrenmek için bahçeye inmişler. Arabadan, siz deyin çınar boyunda, ben diyeyim kavak boyunda bir adam inmiş. Bir ân ürkmüşler. Bakışlarında bir baykuş keskinliği varmış. Hürmette kusur etmeden odasını göstermişler, dinlenmesi için. Fakat kabul etmemiş:

- Hastamız nerededir? Bir insan acı çekerken ben nasıl dinlenebilirim!

Doktorlar şaşkın şaşkın padişaha haber salmışlar. Padişah haberi alır-almaz;

- Aman hemen gelsin. Kaç zamandır gözlerime uyku girmez. Acıdan yüreğim duracak sanırım. Hemen gelsin hemen, demiş.

Bu, adı daha önce hiç duyulmamış ülkeden gelen doktor, elindeki ufak çantayla padişahın huzuruna çıkmış. Padişahın ağrıyan bacağını saatlerce incelemiş ve sonra şunları söylemiş:

- Dokuz yaşında bir erkek çocuk bulunmalı. Bu çocuk kesilecek ve midesi bacağınıza sarılacak. Üç gün içinde hiçbir şeyiniz kalmaz, ayağa kalkarsınız.

Padişah, askerlerini böyle bir çocuk bulmaları için göndermiş. Bütün okullar, bütün evler araştırılmış. Ve nihayet dokuz yaşında, çok güzel bir erkek çocuğu bulunmuş.

Askerler çocuğun annesiyle, babasıyla konuşmuşlar, durumu anlatmışlar. Zaten bütün halk padişahın hastalığından haberdarmış. Ama anne ve baba çocuklarının kesileceğine çok üzülmüşler. Ağlamış, sızlanmışlar. Yalvarmışlar. Ama kimse onları dinlememiş. Çocuğun babası vezire gelerek;

- Oğluma kıymayın, demiş. Onun yerine beni öldürün. O benim tek çocuğum. Beni ondan ayırmayın. Ne olur yapmayın bunu!

Vezir, çocuğun babasını karşısına oturtmuş ve şunları söylemiş:

- Sen bir çocuğun mu, yoksa bir padişahın mı ölmesini istersin? Eğer padişahımız ölürse hâlimiz nice olur hiç düşünmüyor musun? Düşmanlarımız memleketimizi istilâ ederler. Bu daha mı iyi? Akılsızlık etme. Sana bin altın veriyorum. Hiç oğlun olmadığını düşün.

Çocuğun babası o kadar altını daha önce birarada hiç görmediği için heyecana kapılmış ve razı olmuş:

- Varsın padişah yoluna öldürülsün benim oğlum, demiş.

Oğlunun karşılığı olarak aldığı altınlarla eve dönmüş. Çocuk, babasına sarılıp ağlamış.

- Beni öldürmeyecekler değil mi, diye sormuş babasına.

Adam oğluna diyecek bir söz bulamamış, susmuş kalmış. Ertesi gün de çocuğun annesi vezirin yanına gitmiş. Yalvarmış, yakarmış. Ama vezir ona da bin altın vererek bu işe rıza göstermesini sağlamış. Çocuğun annesi ağlamayı bırakarak;

- Eh, madem ki hayırlı bir iş için ölecek, ne yapalım ölsün, demiş.

Padişah, anne ve babadan izin aldıktan sonra devrin bilginlerini yanına çağırtmış. Bir de onlardan izin almak istiyormuş. Bazıları bunun yanlış olduğunu söylemişler, bazıları padişahın ölümünden daha hayırlıdır demişler. Sonunda çocuğun kesilmesinde bir sakınca olmadığı kararına varmışlar.

Bütün ülkeye bu olay duyurulmuş. Herkesin dilinde kesilecek çocuk varmış. Kimileri duyduklarına inanamıyor, kimileri çocuğa acıyor, kimileri de padişah iyileşecek diye seviniyormuş.

Kısa zamanda şehrin meydanı hazırlanmış. Halk merasimi seyretmek için meydana toplanmış. Çocuğun annesiyle babası halkın önünde çocuklarının kesilmesine izin verdiklerini, bilginler de çocuğun hayırlı bir iş için öldürüldüğünü söylemişler.

Zavallı çocuk hiçbir şey yapamıyormuş. Kesileceği yere çıkarılmış. Herkese bir bir bakmış ve babasına dönerek konuşmaya başlamış:

- Babacığım, hani ben senin tek çocuğundum. Hani beni çok severdin. Şimdi bensiz ne yapacaksın? O altınlar benim yerimi tutabilir mi?

Çocuk sonra da annesine dönerek konuşmuş:

- Ya sen anneciğim, nasıl izin verebildin biricik oğlunun öldürülmesine! Demek ki beni gerçekten hiç sevmedin. Üzülmeyecek misin?

- Peki siz, sevgili bilginler. Dokuz yaşındaki bir çocuğun öldürülmesinin yanlış olmadığını nasıl söylersiniz? Ben kimsenin canını acıtmadım ki. Padişahımızın hastalığının sebebi de ben değilim. Kimseyi de öldürmedim.

Son olarak padişaha dönmüş:

- Padişahım, iyileşmek için beni öldürüyorsun. Oysa biz seni sığınak kabul ediyorduk. Senin ülkende bunun için yaşıyoruz. Bizi koruduğun için Demek ki ülkemize bir şey olsa hiçkimse sana sığınamayacak, demiş.

Çocuk bakmış kimse yardım etmeyecek, başını gökyüzüne kaldırmış ve dudaklarını kıpırdatmaya başlamış. Padişah onun bu hâlini görünce sormuş:

- Şimdi ne yapıyorsun?

Islanmış gözlerini padişaha çeviren çocuk, ağlamaklı bir sesle cevap vermiş:

- Sen annemi, babamı, bilginleri razı etmişsin. Bana da sığınabileceğim tek bir yer kalıyor. Yalvarıyorum ki beni kurtarsın. Siz beni anlamıyorsunuz.

Padişah bu sözleri duyunca şaşırıp kalmış ve hatasını farkedivermiş:

- Bırakın çocuğu, demiş. Benim ölümüm bu bacaktan olacaksa olsun.

Bu olaydan sonra padişahın bacağı nedense hiç ağrımamış. Ve padişah çocuğu yanına alarak beraberce güzel bir hayat geçirmişler.

Naz Ferniba

Sevginin Gücü Masalı Oku

Bir yaz boyunca gölgesinde, dostluğu yaşadığım elma ağacı. Hüzünlerime, tasalarıma, sevinç ve mutluluğuma ortak oldu. Bana nasılda arkadaşlık ederdi. Uyanınca, annem ve güneşten sonra ona merhaba derdim. Bulutlu yağışlı günler, pencereden ‘günaydın’ diye bağırırdım.

Benim özgürlüğüm güneşin parlak ışıklarına bağlıydı. Annem güneş doğunca, elma ağacının yanına gidip, onunla konuşup, gölgesinde oynamama izin verirdi. Elma ağacının dallarında salıncağım asılıydı. Salıncağımla bir oyana, bir bu yana sallanır, en güzel şarkılarımı söylerdim. Kuşların, dallarında uçuştuğu, yaprakları arasında saklambaç oynandığı elma ağacım; benim en iyi arkadaşımdı. Kuşlar dallarına konar, uçar. Bir aşağı dala, bir yukarı dala inip çıkıyorlardı. İlkbaharda güneşi görünce, yeşil yaprakların arasında rengârenk çiçeklerin üstünde rengârenk kelebekler uçuşurdu.

İçimden diyorum ki bu kuşlar kendi aralarında ne güzel, hiç kavga etmezler, insanlara ve ağaçlara hep şarkı söylerler. Akşam olunca yuvalarına benim gibi koşarlar. Kuşlar kelebekler ve elma ağacı ayrılmaz arkadaşlardık. Babam işten gelince beni elma ağacının altında bulur. Sıcak yaz gecelerinde akşam yemeğini elma ağacının altında yerdik. Ama geceleri kuşlar olmazdı. Sadece bir kuş uçar giderdi. Onu babama sordum. “Yarasa” kuşu derdi. Geceleri yıldızlara bakar yerde onların kırıntıları ateş böcekleri bahçede oynaşırlardı.

Bu mutluğun kâbusa dönüşeceği günler yaklaşmıştı. Sonbaharın son sıcakları, elmalar olgunlaşmış, kırmızı, al elmalar toplanacak günleri bekliyordu. Bazı günler ben yorulmayayım diye elma ağacı kırmızı elmaları yere düşürerek bana sunardı.

Ne yazık ki o gün olanlar oldu. Elma ağacının kırmızı elmalarına dayanamayan yaramaz bir çocuk, uzaktan bir taş atmış. Elma ağacından kafama bir kaç elma ile taş düştü. Anneciğim diyerek başımı tuttum ve elimi başıma götürdüm. Kırmızı elmanın alı gibi al kanlarda elime geldi. Bütün suçu elma ağacında gördüm. Seninle ne güzel dosttuk. Dost dostuna böyle yapar mı dedim? Ayağımla elma ağacına vurdum vurdum. Bir daha elma ağacının yanına gitmedim. Elma ağacı da çok üzülmüştü. Elmaları bitince kimse yüzüne bakmayacaktı. O da biliyordu ama derdini anlatamazdı. Çünkü konuşmayı bilmiyordu.

Gel gelelim bahar oldu. Bütün ağaçlar yeşerdi. Elma ağacı yeşermiyordu. Küsmüştü dünyaya, meyve vermeyecek diyordum. Çünkü en iyi dostunu kaybetmişti. Çiçekleri eskisi gibi açamadı. Kuşlar, arılar, kelebekler eskisi gibi dallarında uçuşup şarkılar söylemiyordu. Buna çok üzüldüm. Barışmaya karar verdim. Gittim halini hatırını sordum. Yine dost olalım dedim. Annem de söyledi “senin suçun yokmuş.” ‘Yaramaz bir çocuk atmış taşı’ dedim. Ağacın dallarını öptüm öptüm. Birkaç gün sonra ağaç çiçeklerini açmaya başladı. Ben bu olaya çok sevindim. Artık elma ağacı benimle barışmıştı.

Tekrar kuşlar döndü cıvıl cıvıl, arılar, kelebekler uçuşuyordu. Akşam babama sevinçle ağacın çiçek açtığını söyledim. “Bunun nasıl olduğunu anlayamadım?” Dedim. Babam ‘sevginin gücü’ diye cevap verdi.

Muallim AYHAN BİNGÖL

Satılık Köpek Yavrusu Masalı Oku

Küçük çocuk hemen, "Onu almak istiyorum" dedi. Dükkan sahibi "Sahi mi?.. O yavruyu gerçekten istiyorsan sana bedava verebilirim" dedi. Çocuk dükkan sahibine yaklaştı ve biraz öfkeyle "Onu bana bedava vermenizi istemiyorum. Bu yavru da diğer yavrular kadar değerli. Fiyatı neyse size ödeyeceğim. Simdi size iki dolar otuz beş sent vereceğim, kalan parayı da ayda elli sent, elli sent ödeyeceğim!" dedi dükkan sahibi "O sakat yavruyu ne yapacaksın? O hiçbir zaman diğer köpekler gibi koşup, oynayamayacak" dedi. Küçük çocuk pantolonunun paçasını yukarı kaldırdı ve iki çelik bağla desteklenmiş eğri sol bacağını gösterdi. "Ben de pek koşamıyorum" dedi. "Bu yavrunun da kendini anlayacak birine ihtiyacı var."

Son dört aydır bacağına çelik bağ takan küçük çocuk, evinin ön kapısından içeri, kucağında yeni aldığı köpek yavrusuyla girdi. Köpeğin kalçasında bir kemik eksikti ve yavru yere bırakıldığında ciddi biçimde topallıyordu. Çocuk kendi durumundan ümitsizdi. Ama yanında yeni arkadaşıyla umutları canlanmış ve yepyeni bir coşkuyla dolmuştu. Ertesi
gün çocuk ve annesi küçük köpeğe nasıl yardım edebileceklerini öğrenmek için bir veterinere
gittiler. Veteriner çocuğa, eğer her sabah yavru köpeğin bacağına masaj yapar, sonra da onu en az iki kilometre yürütürse, o zaman kalçasındaki kasların güçleneceğini, yavrunun artık acı çekmeyeceğini ve daha az topallayacağını anlattı.


Yavru köpeğin yürürken rahatsızlığını inleyerek ve havlayarak belli etmesine ve çocuğun da kendi bacak bağından acı ve zorluk çekmesine karşın, programı iki ay sabırla sürdürdüler.

Üçüncü ay, artık her sabah okuldan önce beş kilometre yürüyorlardı ve artık
ikisi de yürürken acı duymuyordu. Bir Cumartesi sabahı çalışmadan dönerken çalıların arasından önlerine bir kedi çıktı ve köpeği korkuttu. Tasmasından kurtulan köpek aniden caddeye atladı. Hızla gelen bir kamyon köpeğe yaklaşırken çocuk da caddeye fırladı, köpeğini yakalamak istedi ama yolun kenarına yuvarlandı. Geç kalmıştı. Kamyon köpeğe
çarpmıştı. Köpeğin ağzından kan geliyordu. Çocuk köpeğine sarılmış ağlarken kendi bacağındaki bağın çıkmış olduğunu gördü. Kendisi için üzülecek zamanı yoktu. Hemen ayağa kalktı, köpeğini kucağına aldı ve eve doğru yola koyuldu. Köpek küçük küçük havlayarak çocuğa umut veriyor ve onun heyecan içinde elinden geldiğince hızlı koşmasına neden oluyordu.

Annesi onu ve acı çeken köpeğini hemen hayvan hastanesine götürdü. Anne oğul merak içinde köpeğin ameliyatı atlatıp atlatmadığını öğrenmek için beklerken çocuk hem de çelik bağları gevşemişken şimdi nasıl olup da hızlı hızlı yürüyebildiğini ve koşabildiğini sordu. Annesi şöyle dedi: "Sende bir kemik hastalığı vardı. Bu hastalık bacağını zayıflattı ve seni
sakat bıraktı, bu nedenle de topallıyor ve acı çekiyordun. Bacağındaki çelik bağ destek içindi. Eğer acıya ve saatlerce sürecek tedavilere dayanmaya razı olsaydın, bu geçecekti. İlaçlara iyi cevap verdin, ama fizik tedaviye her zaman karşı koydun. Baban ve ben ne yapacağımızı bilemiyorduk. Doktorlar bize bacağını yitirmek üzere olduğunu söylediler. Sonra eve bu sevimli köpek yavrusunu getirdin. Sanki onun ihtiyaçlarını anlıyor gibiydin. Sen ona yardım ederken aslında büyümek ve güçlenmek için kendine yardım ediyordun."

Tam bu sırada ameliyathanenin kapısı ağır ağır açıldı. Veteriner yüzünde bir gülümsemeyle dışarı çıktı. "Köpeğiniz iyileşecek" dedi.

Çocuk insanın verirken, aslında aldığını öğrendi. Vermek almaktan daha kutsaldı çünkü.

Bir dükkan sahibi dükkanının vitrinine üzerinde “Satılık Köpek Yavruları” yazan bir tabela asarken, yanında küçük bir çocuk belirdi. "Köpek yavrularını kaça satıyorsunuz bayım?" diye sordu. Adam çocuğa yavruların en az 50 dolar ettiğini söyledi. Çocuk elini cebine attı, biraz bozuk para çıkardı, dükkan sahibine bakıp "İki dolar otuzbeş
sentim var. Onlara bakabilir miyim?" dedi. Dükkan sahibi çocuğa gülümsedi ve bir ıslık çaldı. Lady adlı bir köpek dükkanın içindeki kulübesinden çıkıp onlara doğru koşmaya başladı. Arkasında beş tane küçük yün yumağı gibi yavrusu vardı.

Yavrulardan biri, diğerlerinin gerisinden topallayarak geliyordu. Bu küçük çocuğun hemen dikkatini çekti. "Bayım bu yavrunun nesi var?" Dükkan sahibi "Veterinerin dediğine göre, kalçasında bir kemik eksikmiş" diye cevap verdi. "Hep böyle topallayacakmış."

Rüzgarın Yaramazlığı Masalı Oku

Söğütlü köyde herkes rüzgardan şikayetçiydi.
Yaşlı dede, ekmek pişirdiği fırında ateşi söndürdüğü için kızıyordu rüzgara.
Yaşlı nine, sokağa çıkmasına izin vermediği için içerliyordu. Ayakkabıcı ustası, dükkanının pencere pervazları arasındaki deliklerden içeri girip soğuttuğu için sinir oluyordu.
Topal bahçıvan, bahçedeki çiçekleri kırdığı için öfkeleniyordu.

Köyde sadece küçük çocuk seviyordu rüzgarı:
"Anneciğim, gel bak rüzgar ne tatlı esiyor."
"O tatlı değil yavrucuğum. Hınzırın tekidir rüzgar. Onun insafsızlığından bu yıl hiç ürün vermeyecek bitkiler. Çünkü bitki tozlarını çok uzağa götürüyor. Belki ekmeğimiz bile olmaz bu yıl."

Ekmek lafı küçük çocuğa rüzgarı unutturmaya yetmişti bile:
"Anneciğim bana yağlı ekmek verir misin?"
Rüzgar ise kimsenin kendisini sevmediği bu köyü terk etti. "Gerçekten de beni sevmemekte haklılar." diye düşündü.
"Islık çalar gibi eserim, fırtına olur kükrerim.

Benden korkuyorlar, bu doğru. Ama başka nasıl davranılır bilemiyorum. Ne yapabilirim?"
Rüzgar, horozun yanına gitti. Ondan kendisine şarkı söylemeyi öğretmesini istedi. Ama horoz sadece ötmesini biliyordu. Kurbağaya gitti; o da yardım edemedi. Çaresiz kırlarda dolaşırken karşısına bir korkuluk çıktı. Ama bu korkuluk ekinlerin ortasına yerleştirilip, kuşları kaçırması gereken diğer korkuluklar-dan farklıydı.

Güzel bir genç kız gibi giydirilmişti bu korkuluk. Başında zarif bir şapka, ayaklarında ipek eteklik vardı.

Rüzgar bu güzel kıza yaklaşmaktan korktu: Önce hanımeline gitti, ondan güzel kokular aldı. Sonra kıza yaklaştı. Ama o kadar tedirgindi ki acemilikle gerektiğinden fazla esti.
Kızın şapkası uçtu, etekleri havalandı.

Rüzgar çok utandı. Korkup kızla konuşamadan oradan uzaklaştı.
Ağlamaklı oldu, köye dönmeye karar verdi.
Yolda buğday tarlasında küçük çocuğu gördü.
Annesi tarlada çalışıyor, ekin topluyordu. Küçük çocuk için ağaca bir salıncak kurmuştu.
Çocuk salıncakta uyuyordu.
Rüzgar kendisini seven tek insan olan küçük çocuğu görünce çok sevindi. Onu da sevindirmek istedi. Usul usul esmeye başladı.

O kadar tatlı ve uysal esiyordu ki, bütün ekinler başlarını diktiler. Başaklar açıldı. Artık küçük çocuğun annesi daha rahat çalışabilirdi.
Küçük çocuk ise bunlardan habersiz tatlı tatlı uyuyordu. Rüyasında rüzgarla oynuyordu.

Rapunzel Masalı Oku

Bir zamanlar bir kadınla kocasının çocukları yokmuş ve çocuk sahibi olmayı çok istiyorlarmış. Gel zaman git zaman kadın sonunda bir bebek beklediğini fark etmiş.

Bir gün pncereden komşu evin bahçesindeki güzel çiçekleri ve sebzeleri seyrederken, kadının gözleri sıra sıra ekilmiş özel bir tür marula takılmış. O anda sanki büyülenmiş ve o marullardan başka şey düşünemez olmuş.

“Ya bu marullardan yerim ya da ölürüm” demiş kendi kendine. Yemeden içmeden kesilmiş, zayıfladıkça zayıflamış.

Sonunda kocası kadının bu durumundan öylesine endişelenmiş, öylesine endişelenmiş ki, tüm cesaretini toplayıp yandaki evin bahçe duvarına tırmanmış, bahçeye girmiş ve bir avuç marul yaprağı toplamış. Ancak, o bahçeye girmek büyük cesaret istiyormuş, çünkü orası güçlü bir cadıya aitmiş.

Kadın kocasının getirdiği marulları afiyetle yemiş ama bir avuç yaprak ona yetmemiş. Kocası ertesi günün akşamı çaresiz tekrar bahçeye girmiş. Fakat bu sefer cadı pusuya yatmış, onu bekliyormuş.
“Bahçeme girip benim marullarımı çalmaya nasıl cesaret edersin sen!” diye ciyaklamış cadı. “Bunun hesabını vereceksin!”

Kadının kocası kendisini affetmesi için yarvarmış cadıya. Karısının bahçedeki marulları nasıl canının çektiğini, onlar yüzünden nasıl yemeden içmeden kesildiğini bir bir anlatmış.

“O zaman,” demiş cadı sesini biraz daha alçaltarak, “alabilirsin, canı ne kadar çekiyorsa alabilirsin. Ama bir şartım var, bebeğiniz doğar doğmaz onu bana vereceksiniz.” Kadının kocası cadının korkusundan bu şartı hemen kabul etmiş.

Birkaç haftasonra bebek doğmuş. Daha hemen o gün cadı gelip yeni doğan bebeği almış. Bebeğe Rapunzel adını vermiş. Çünkü annesinin ne yapıp edip yemek istediği bahçedeki marul türünün adı da Rapunzel’miş.
Cadı küçük kıza çok iyi bakmış. Rapunzel oniki yaşına gelince, dünyalar güzeli bir çocuk olmuş. Cadı bir ormanın göbeğinde, yüksek bir kuleye yerleştirmiş onu. Bu kulenin hiç merdiveni yokmuş, sadece en tepesinde küçük bir penceresi varmış.

Cadı onu ziyarete geldiğinde, aşağıdan “Rapunzel, Rapunzel! Uzat altın sarısı saçlarını !” diye seslenirmiş. Rapunzel uzun örgülü saçlarını percereden uzatır, cadı da onun saçlarına tutuna tutuna yukarı tırmanırmış.

Bu yıllarca böyle sürüp gitmiş. Bir gün bir kralın oğlu avlanmak için ormana girmiş. Daha çok uzaktayken güzel sesli birinin söylediği şarkıyı duymuş. Ormanda atını oradan oraya sürmüş ve kuleye varmış sonunda. Fakat sağa bakmış, sola bakmış, ne merdiven görmüş ne de yukarıya çıkılacak başka bir şey.
Bu güzel sesin büyüsüne kapılan Prens, cadının kuleye nasıl çıktığını görüp öğrenene kadar hergün oraya uğrar olmuş. Ertesi gün hava kararırken, alçak bir sesle “Rapunzel, Rapunzel! Uzat altın sarısı saçlarını !” diye seslenirmiş. Sonrada kızın saçlarına tutunup bir çırpıda yukarı tırmanmış.
Rapunzelönce biraz korkmuş, çünkü o güne kadar cadıdan başkası gelmemiş ziyaretine. Fakat prens onu şarkı söylerken dinlediğini, sesine aşık olduğunu anlatınca korkusu yatışmış. Prens Rapunzel’e evlenme teklif etmiş, Rapunzel’de kabul etmiş, yüzü hafifce kızararak.

Ama Rapunzel’in bu yüksek kuleden kaçmasına imkan yokmuş. Akıllı kızın parlak bir fikri varmış. Prens her gelişinde yanında bir ipek çilesi getirirse, Rapunzel’de bunları birbirine ekleyerek bir merdiven yapabilirmiş.

Her şey yolunda gitmiş ve cadı olanları hiç farketmemiş. Fakat bir gün Rapunzel boş bulunup da. “Anne, Prens neden senden daha hızlı tırmanıyor saçlarıma?” diye sorunca herşey ortaya çıkmış.
“Seni rezil kız! Beni nasıl da aldattın! Ben seni dünyanın kötülüklerinden korumaya çalışıyordum!” diye bağırmaya başlamış cadı öfkeyle. Rapunzel’i tuttuğu gibi saçlarını kesmiş ve sonrada onu çok uzaklara bir çöle göndermiş.

O gece cadı kalede kalıp Prensi beklemiş. Prens, “Rapunzel, Rapunzel! Uzat altın sarısı saçlarını !” diye seslenince. cadı Rapunzel’den kestiği saç örgüsünü uzatmış aşağıya. Prens başına neler geleceğini bilmeden yukarıya tırmanmış.

Prens kederinden kendini pencereden atmış. Fakat yere düşünce ölmemiş, yalnız kulenin dibindeki dikenler gözlerine batmış. Yıllarca gözleri kör bir halde yitirdiği Rapunzel’e gözyaşları dökerek ormanda dolaşıp durmuş ve sadece bitki kökü ve yabani yemiş yiyerek yaşamış.

Derken bir gün Rapunzel’in yaşadığı çöle varmış. Uzaklardan şarkı söyleyen tatlı bir ses gelmiş kulaklarına.

“Rapunzel! Rapunzel!” diye seslenmiş. Rapunzel, prensini görünce sevinçten bir çığlık atmış ve Rapunzel’in iki damla mutluluk göz yaşı Prensin gözlerine akmış. Birden bir mucize olmuş, Prensin gözleri açılmış ve Prens görmeye başlamış.

Birlikte mutlu bir şekilde Prensin ülkesine gitmişler. Orada halk onları sevinçle karşılamış. Mutlulukları ömür boyu hiç bozulmamış.

Ramses Masalı Oku

Ramses birgün uyandığında kendini dünyanın merkezinde bulur. Merkezi dünyanın, öyle kolay hazmedilir bir yer değildir üstelik. Yaşanasıdır belki, lakin yaşayan tekidir. Merkezin dışındakiler merkeze bağlı birer kukladırlar. Kuklalar ne düşünür, ne söyler, ne hisseder elbet. Bu yüzden Ramses, kendini pek yalnız, pek mutsuz bulur. Bunu demeye de dili varmaz kuklalarına, emir kullarına. Geçer zaman böyle birbaşına, böyle hazin.

Gel zaman git zaman, dur zaman kalk zaman konuşmayı unutur olur Ramses. Konuşmak dediğin kişilerce yapılır. Duvarlar dil bilmez, söz bilmez soğuk şeylerdir. Ramses bahçeye çıkar çiçeklerine ses verir.

‘aman da aman, aman da aman.... açılmış da saçılmış bir güzel olmuş, heyyy bahçıvan az su serp yapraklarına, rengi olsun ayan kokusu duyulsun çiçeklerimin taaa öbür taraftan’

Yetmemiş eline sazını almış, tutturmuş o telden bu telden. Günlerce çalmış söylemiş, çalmış söylemiş. Bir Ramses dinlemiş Ramses’i, bir Ramses ağlamış Ramses’e. Bir kuşlar dinlemiş, bir çiçekler... bir gök dinlemiş, bir bilinmeyenler...

Ramses dünyanın merkezinde her an’ı azap içinde geçirir olmuş. Azap bu yenilir yutulur tarafı yokmuş, yenmez yutulmaz tarafı da...

Birgün huzura çağırmış alimler alimi, bilgeler bilgesi şahs-ı şahane’yi. Demiş;

‘ey arş’ı yaratanı bilen
ey hükmü koyanı tanıyan
ey yüreği rahman olana atan...
derdim vardır bilesin!’

Ramses bir türlü derdinin ne olduğunu söyleyememiş. Boğum boğum boğazında takılmış kalmış her bir diyeceği.

‘var git... yok bir diyeceğim. Var git...’

bilgeler bilgesi çekilmiş köşesine, seslenmiş kızına;

‘aydan güzel ay kızım
baldan tatlı naz kızım
sana diyeceklerim var’


Ramses birbaşına otururken selvi altında göl kıyısında bir ses duymuş. Dönmüş bakmış kimseyi görememiş. ‘kuştur’ demiş, sudaki aksin dalgalanışına dalmış. Kuş sandığı bir güzeller güzeli Sernaz imiş. Görememiş.

Ay kız Sernaz, bir demet papatyayla göl kıyısında geziniyormuş o sıra. Papatyalar ona gülümsedikçe bir okşayıp avucuna alıyormuş.

‘al’ı al’da arama, al allığını al’ı al yapandan alır

gül güzelliğini gülü gül yapandan alır
bülbül sesini bülbüle o sesi verenden alır
yarin nerede gül yüzlü sevdalar beslediğini
o sevdayı ona veren bilir
boşyere ahlanma
boşyere vahlanma
boşyere dağları yarattım sanma’

Şarkı uçmuş uçmuş uçmuş taaa Ramses’in kulaklarına varmış. Ses başka dünyanın sesi, ses başka bir alem sanki. Ardı sıra sesin dolanmış, dolanmış ve Sernaz’a ulaşmış.

Sernaz bir gonca... Sernaz bir derya... Sernaz ötesi dünya... Sernaz bir başka...

Elinde papatyalar salnırken göl kıyısında, Ramses seyre dalmış.

‘koşsam varsam
eline çiçek olsam
yüreğine sevda dolsam’

Ramses, birbaşınalığın hüznünü unutuvermiş o an. Unutmuş unutmasına da başka bir hüzün sorup sormadan yerleşivermiş gözlerine, yüreğine, yüreğinin en derinlerine...

‘aşk hüznü yanında taşır’

Günlerin üstüne binen dayanılmazlık aylarla daha da artmış. Ramses Sernaz’ı bir daha görebilmek için her gün göl kıyısına inmiş. Her gün aramış gözleri eli papatyalı güzeli. Bulamamış. Bulamamış. Her gün biraz daha yıkılmış. Her gün biraz daha çökmüş. Sernaz’ı bulduğu yerde kaybettiğini farkedince ölümü davet etmiş. Ölümse vaktin henüz tamama ermediğini göstermiş doğan her güneşle.

Bilgeler bilgesi çare için çağrılmış bir daha. Demiş;

‘sen bilirsin acıların en acısını

sen bilirsin...

ben bildiğini bilirim’

Bilgeler bilgesi dinledikten sonra merkezde yaşayanı, çekilmiş. Varmış ay kızın yanına;

‘can kızım

aksin vurmuş bir yüreğe

ah’lanır naz kızım

sözüm var, diyemem yüzüne

süzülür bir kızım’

Sernaz bütün olandan haberdardır. Gün söylemiştir, gece söylemiştir, göl söylemiştir, bir de çiçekler... ardına bakmamış salınmış söğüt gölgelerinde, gezinmiş bir o yana bir bu yana, Ramses peşisıra...

‘dünya yalan

dünya rüya

dünya geçer gider bir solukta

ölüm gelir’

Bilgelerin bilgesi, anlamış. Ay kız zordur, ay kız doğrudur. Lakin bu işin sonunda neyin onları beklediği de bir sırdır. İrkilir. Kızı can kızdır. Kızı gül kızdır... kıymetlidir, biriciktir... Demiş;

‘olacaklar bizim elimizdedir belki

belki de biz olacakların elindeyizdir

yüreğimiz bize ışık olsun’

Ramses odasında bir bilmediği derdin elinde savrulur. Aranır, aradığını tanımadan. Seslenir, sesini duymadan. Dünyanın merkezi unutulmuş, merkez yerini değiştirmiş, ay parçası olmuştur.

‘o bir gonca, kızıl gonca açılanda

o bir derya, ak fistanı savrulanda

ötesi dünya

başka, bambaşka’

Ramses göl kıyısında oturur birgün; gök mavi, gün prıl prıl. Çıksa da gelse, bekler bekler. Göle bakar, Ramses. Ramses bakar, göle. Bir ceylan seke seke geçer öte yana. Sernaz geçmez. Sernaz gelmez. Günler biter, artık günün günlüğü kalmamıştır. Geceler biter, artık gecenin geceliği kalmamıştır. Mevsimlerin adı başka, tadı başka, rengi başkadır artık. Ramses birbaşınadır da, merkezini dünyanın unutmuştur.

Sernaz papatya toplarken, göl kıyısına oturur. Göl kıyısı artık Ramses’in ayrılmadığı mekanı olmuştur. Görür Sernaz’ın gelişini. Korkar. Uzaktan bakar, bakar. Aylardır beklediği karşısındadır, yanaşamaz. Sernaz kıyısında gölün gezinmeye başlar, dilinde bir şarkı...

‘dağın ardı da bir, ardının ardı da...

yüreğine sorsan beni, kışı da bir yazı da...’

Sernaz yürüye yürüye varmış Ramses’in yanına. Demiş;

‘yüreğindeki sevdanın sebebi ben imişim

ben imişim seni dertlerin en incesine salan

gecelerin uyku bilmez olmuş

gülmeyi unutmuş gözlerin

ben imişim seni mutsuz kılan’

Ramses böyle sözler beklemiyormuş elbet gül yüzlü sevdiğinden. Cesaret gelivermiş diline, birden içinden ne geçiyorsa her şeyi; sevdasını, unutuşunu dünyayı, acısını yüreğinin... her şeyi her şeyi bir bir anlatmak geçivermiş. Demiş;

‘eyy güzeller güzeli! eyy yar!’

Sernaz’ın gözleri... gözleri Sernaz’ın bir anda durdurmuş geride kalan sözleri. Ramses bakmış. Sernaz bakmış. Demiş;

‘bana yar dersin, yar dediğin ben değilim

bana güzel dersin, güzeli güzel yapan yar’imdir

sevda imiş

aşk imiş

ya ölüm!’


Ramses hiçbir şey anlamamış, ama ölüm kelimesinde bir kıpırdanmış. Demiş;

‘ölüm!’
‘evet ölüm...
sanır mısın ki ebedsin şu bedenle
sanır mısın ki ebeddir şu alem de
sanır mısın ki her şey şu gördüğün
her şey bir tek duyduğun...

evet ölüm...

ölüm peşinde

ölüm ardında gezinmede

ölüm vakit gözlemede’

‘ben seni sevdim

ben seni bekledim’

Sernaz papatyalarını okşamış, papatyalar ona göz kırpmış. Sernaz göle bakmış, göl dalgalanmış. Sernaz doğrulup son bir defa demiş;

‘ne bir dağın doruğunda ol

ne merkezinde dünyanın

gidiyorum

gidişim armağanım’

Uzaklaşırken Sernaz oradan, yıkılmış dünyası Ramses’in. Ramses bilgelerin bilgesini çağırtmış yeniden. Sormuş;

‘nedir şu alemin sebebi’

demiş;

‘sevgi’

Ramses yaşadıkça büyümüş yüreği, yüreği büyüdükçe bir tarafı hep mahzun kalmış.

‘yürek var, dünyaları içine alır’

Naz Ferniba

Perilerin Hediyesi Masalı Oku

Kafdağı'nın da ötesindeki masal ülkelerinden birinde harikalar diyarının kraliçesinin bir bebeği olmuş. Harikalar diyarının koruyucuları olan periler ve periler prensesi küçük bebeğin beşiğinin etrafına birikmişler. Kraliçe etrafındaki perilere dönerek şöyle demiş: "Bu küçük bebeğe en değerli olduğunu düşündüğümüz şeyleri hediye edin!"

Birinci peri uyuyan bebeğe eğilip şöyle demiş: "Ben sihirli gücümle sana, görenin hayran kalacağı güzellik armağan ediyorum. Göz kamaştıracaksın!"

İkinci peri şöyle demiş: "Sana öyle güzel ve derin mavi gözler armağan ediyorum ki, gördüğünü anlayacak, seni göreni büyüleyeceksin."

Üçüncü periye gelmiş sıra: "Selvi boylu olacaksın. Senden daha güzel vücutlu kız olmayacak bu dünyada."

Dördüncü peri eğilmiş beşiğe: "Çok zengin olacaksın. Hiç bir sıkıntın olmayacak."
Periler prensesi düşüncelere dalmış: "İnsanların güzelliği geçicidir. Gözlerin, yüzün, vücudun güzelliği çiçeklere benzer. Yaşlanınca geçiverir. Zamanla rüzgar en biçimli palmiyeleri bile çarpıtır. İnsanlar, kendilerine zenginliğini dağıtmayanlardan nefret eder. Dağıtırsa kendi fakir olur. Sizin şimdiye kadar bu bebeğe verdikleriniz çok kalıcı olmadı bence." "Peki ama başka ne verebilirdik ki?" diye sormuş periler. "Ben ona iyiliği bırakıyorum" demiş periler prensesi. "Güneşin ne kadar mükemmel ve sıcak olduğunu bilirsiniz, ama onun ısıtacak toprağı olmasa sıcak bir kayadan ne farkı kalır? Kalbin saçtığı iyilik de güneşin ışığı gibidir; hayat verir. İyiliğin olmadığı güzellik, kokusu olmayan çiçek gibidir. İyiliğin olmadığı zenginlik bencillikten farksızdır. İyiliğin olmadığı aşk yok eder, kavurur. Sizlerin armağanları geçiciydi, iyilik ise kalıcıdır. Sonsuz bir kuyuya benzer. Ne kadar çok su çekersen, o kadar çok suyu olur, o kadar bereketli fışkırır. İyilik dünyada tek tükenmeyen şeydir."

Sonra periler kraliçesi uyuyan bebeğe doğru eğilmiş: "Kalbin sıcak olsun, küçük bebek, iyi ol!"

Parmak Kız Masalı Oku

Bir zamanlar, çocuklara çok düşkün bir kadın varmış. Çocukları bu kadar çok sevdiği halde, bir türlü çocuğu olmuyormuş. Bir gün ihtiyar bir büyücüye gidip, ona bir çocuk sahibi olup olamayacağını sormuş.

Büyücü; ‘Buna üzülme, çaresi var. Al sana bir arpa tanesi. Bu arpayı, ne köylü tarlasına eker, ne de tavuklar yer. Verdiğim arpayı evinde bir saksıya ek, sonra da bekle, ne olacağını görürsün.’ demiş.

Kadın teşekkür ederek, büyücünün bu iyiliği karşısında, ona biraz para vermiş. Sonra, doğruca evine giderek, arpa tanesini saksıya ekmiş. Sabırla saksının başında beklemeye başlamış. Çok geçmeden saksıda, laleye benzeyen, iri bir çiçek açmış. Lalenin taç yaprakları, sanki olgunlaşmamış gibi sımsıkı kapalı duruyormuş.

Saksıdaki bu çiçeği, hayran hayran seyreden kadın, dayanamayıp öpüp koklamaya başlamış. O an içinden, ne güzel çiçek diye düşünmüş. Kadın böyle düşünür düşünmez, aniden çiçeğin yaprakları açılıvermiş. Bu, kadının hayatında gördüğü en güzel ve büyük laleymiş. Lalenin çanağının bir köşesine büzülüp oturmuş parmak boyunda bir çocuk varmış. Çocuğu görür görmez, kadın hemen adını “Parmak Kız” koymuş. Kadın, parmak kızın beşiğini cilalı ceviz kabuğundan, yatağını menekşe yaprağından, yorganını da gül yaprağından yapmış.

Parmak kız, yeni hayatına kolayca alışmış. Geceleri kendisi için yapılan yatakta uyur, gündüzleri masanın üstünde oynarmış. Kadın masanın üzerine içi su dolu, etrafında çiçek süsleri olan tabağını koyarmış. Parmak kız da suya bir lale yaprağı atarak üstüne oturur, iki beyaz at kılını, kürek gibi kullanıp tabağın bir başından bir başına geçermiş. Onun bu hali, göze o kadar hoş görünürmüş ki, seyrine doyum olmazmış. Üstelik parmak kız o kadar içten, o kadar güzel şarkı söylermiş ki, böylesi bugüne kadar ne duyulmuş, ne de işitilmiş…

Bir gece, parmak kız beşiğinde mışıl mışıl uyurken, pencerenin kırığından içeriye çirkin bir kurbağa girmiş. Bu patlak gözlü çirkin hayvan, küçük kızın uyuduğu masaya sıçramış. Küçük kızın yorganın altında mışıl mışıl uyuduğunu görünce;

— Ne kadar güzel bir kız, oğluma çok güzel bir eş olur, diyerek, parmak kızın uyuduğu ceviz kabuğundan beşiği kaptığı gibi, girdiği yerden bahçeye çıkmış.

Evin yakınında, bataklık bir arsanın yanında geniş bir dere akmaktaymış. Çirkin kurbağa ile oğlunun evleri, bu bataklıktaymış. Çirkin kurbağanın oğlu da kendisi gibi pis ve çirkinmiş. Babasının getirdiği ceviz kabuğundaki küçük güzel kızı görünce; “Viraaaak… Viraaaak….” diye bir çığlık atmış.

Baba kurbağa;

— Çok yüksek sesle konuşuyorsun, şimdi uyandıracaksın. Kuğu tüyü gibi hafif, uyanırsa korkudan uçup gidiverir sonra, demiş.

Baba ile oğul kurbağa, parmak kıza kalacak bir yer yapmaya karar vermişler. Bu arada baba kurbağanın aklına çok güzel bir fikir gelmiş; ‘Derede yetişen nilüfer yapraklarından birisinin içine oturtalım. Orada bir adadaymış gibi olur ve kaçamaz. Biz de bu arada, bataklığın dibindeki büyük odayı güzelce derler, toplarız. Sizin yatak odanız olur.’ demiş

Derenin ortasında gerçekten de, suyun üstünde açılmış nilüferler ile yeşil yassı yaprakların yüzdüğü görülmekteymiş. Uzaklarda çok iri bir yaprak varmış. Baba kurbağa, parmak kızı alarak o yaprağa doğru gitmiş. Parmak kızı, ceviz kabuğundan beşiği ile birlikte oraya bırakmış.

Sabah, güneşin ilk ışıklarıyla birlikte parmak kız da uyanmış. Önce nerede olduğunu anlayamamış. Zavallı parmak kız bir an sonra nerede, nasıl bir yerde olduğunu görmüş. Üstünde durduğu koca yaprağın etrafının su ile çevrili olduğunu anlayıp, yere inemeyeceğini düşününce ağlamaya başlamış.

O anda ihtiyar kurbağa da, bataklığın dibindeki odayı oğlu ile parmak kıza hazırlamak için uğraşıyor, renkleri sararmış su bitkilerinin yapraklarıyla süpürüyormuş. Amacı, güzel geline layık bir oda hazırlamakmış. İşini bitirdikten sonra çirkin oğluyla beraber küçük kızın yatağını alıp, gelin odasını hazırlamak için işe koyulmuşlar.

Baba kurbağa ve oğlu, parmak kızı almak için yanına gittiklerinde, suya dalıp çıkmışlar. Baba kurbağa; ‘Güzel kız, işte kocan olacak oğlum bu. Bataklığın dibinde size eşsiz bir ev hazırlıyorum.’ demiş.

Çirkin oğlanın ağzından, “Vıraaak, vıraaak” diye sürekli aynı ses çıkıyormuş. Baba ile oğul, kızın yattığı ceviz kabuğundan, zarif yatağı almış, kızın yatağın üzerinde yalnız bırakıp, yüzerek evlerine dönmüşler. Parmak kız, baba kurbağa kadar çirkin bir yaratığın yanında oturacağını, bir de onun oğluna eş olacağını düşündükçe, gözünden seller gibi yaşlar akıyormuş. O sırada derede yüzen kırmızı balıklar, ihtiyar kurbağanın söylediklerini duymuş, Parmak kızı görür görmez o kadar güzel bulmuşlar ki, çirkin bir bataklık kurbağasının bu kadar güzel bir kızı alıp, onu üzmesine gönülleri razı olmamış. Hep beraber, kızı kurtarmak için çalışmaya başlamışlar. Önce, kızın üzerinde oturduğu yaprağın etrafına toplanıp, iyice dişleyerek yaprağı koparmışlar. Böylece serbest kalan yaprak, akıntıya kapılarak çirkin baba oğul kurbağalarının yetişemeyecekleri kadar uzaklara sürüklenmiş.

Parmak kız, bu şekilde yeşil yaprağın üzerinde yol alırken, onu gören kuşlar; ‘Oh! Ne kadar güzel ve nazlı kız!’ diye öterek, hayranlıklarını gizleyemiyorlarmış. Akıntı ile durmadan yol alan parmak kız, çok geçmeden ülkesinin sınırlarını geçmiş. .

Bu yolculuk esnasında, parmak kıza güzel bir beyaz kelebek arkadaşlık etmiş. O da yaprağın üzerine konmuş, yanındaki beyaz kelebekle birlikte üstelik kurbağaların kendisine yetişemeyeceklerinden dolayı parmak kız çok mutluymuş. Sular güneşin gönderdiği ışınlarla saf altınlar gibi parıldıyor, parmak kız bu güzellikleri seyretmeye doyamıyormuş. Daha hızlı yol alabilmek için, kemerinin bir ucunu kelebeğe, bir ucunu da yaprağa bağlamış. Kelebeğin gücüyle şimdi daha hızlı yol alıyorlarmış. Onlar, bu şekilde son hızla yol alırken, oradan geçmekte olan büyükçe bir mayıs böceği, parmak kızı görmüş. Küçük vücudunu ayakları ile sararak, birlikte uçup bir ağaca konmuş. Yeşil yapraklar ise, kelebekle birlikte akıntıya kapılıp gitmiş. Bir anda kendisini küçük vir ağacın üzerinde bulan parmak kız, büyük bir korkuya kapılmış. Fakat onu en fazla üzen, beyaz kelebek olmuş. Çünkü küçük, beyaz kelebeği, kemeri ile yaprağa bağlamıştı. Kelebek bu yüzden, açlıktan ölebilir, sulara boğulabilirdi.

Mayıs böceği ise parmak kızın derdini sormak şöyle dursun, onu ağacın en iri yaprağına oturttuktan sonra, ağaçtaki çiçek suları ile karnını doyurup başının çaresine bakmasını söylemiş. Sonra da parmak kızın gönlünü almak için; ‘Her ne kadar mayıs böcekleri gibi güzel değilsen de, pek çirkin de sayılmazsın.’ demiş.

O ağaçta oturan diğer mayıs böcekleri biraz sonra, parmak kızı görmek için misafirliğe gelmişler. Dişi mayıs böcekleri, parmak kıza yüksekten bakıp küçümseyen bir sesle; ‘Ne kadar gülünç bir yaratık, yalnızca iki bacağı var.’ diyerek gülmeye başlamışlar.

Diğer mayıs böcekleri konuşmayı sürdürmüşler; ‘Ne kadar da cılız öyle, kanatları bile yok.’

Daha başkaları; ‘Ay, ne kadar çirkin, yüzüne bakılır gibi değil.’ demişler.

Hepimiz biliyoruz ki, parmak kız, onların söyledikleri gibi çirkin değil, aksine seyrine doyum olacak kadar güzelmiş. Onu kaçıran ve ilk bakışta güzel bulan mayıs böceği de diğerlerinin söylediklerine inanmaya başlamış. Bu nedenle parmak kızı daha fazla yanında alıkoymak istememiş. Parmak kıza, gönlünün dilediği yere girmekte serbest olduğunu söylemiş.

Mayıs böcekleri, onu alıp bir papatyaya oturtmuşlar. Çok güzel olduğu halde, kendisini çirkin bulan mayıs böceklerine içerleyen parmak kız, ağlamaya başlamış. Parmak kız, o yaz tek başına yaşamış. Açlığını ve susuzluğunun çiçeklerin öz sularını içerek gidermeye çalışmış. Parmak kız, yaz ve sonbahar mevsimlerini böyle geçirmiş. Kış olunca, ona şarkıları eşlik eden kuşlar bile bir bir gitmeye, ağaçlar yapraklarını dökmeye başlamış. Altında barındığı yapraklar bile sararıp kurumuşlar.

Parmak kızın giysileri de zamanla eskiyip lime lime olduğundan, soğuktan etkileniyormuş. Kış mevsimi iyice bastırınca, lapa lapa kar yağmaya başlamış. Her kar tanesi onun ufacık vücudunu bir kürek toprak gibi örtüyormuş. Üşümemek için kuru yapraklara sarınmış ama yapraklar onu battaniye gibi ısıtamadığından tir tir titriyormuş.

Parmak kızın sığındığı ormanın yakınında sürülmüş, büyükçe bir tarla varmış. Tarlanın üzeri samanla örtülüymüş. Parmak kız oraya gidebilmek için, ormanı bir baştan bir başa kat etmek zorundaymış. Tüm gücünü sarf etmiş ve son bir gayretle tarlaya ulaşmış. Samanların altında bir tarla faresinin yuvasını bulmayı başarmış. Tarla faresinin yuvası tıka basa yiyeceklerle dolu, dayalı döşeli yatak odası, mutfağı ve kileri ile çok rahat bir yuvaymış. Farenin de keyfi pek yerindeymiş. Açlıktan ve soğuktan ölmek üzere olan parmak kız, bir lokma yiyecek bulma ümidiyle, evin kapısını bir dilenci gibi çalıp, bir arpa tanesi rica etmiş.

Bu yuvada yaşayan dişi tarla faresi, aslında çok iyi yürekliymiş. Dilenci olmadığını anladığından, parmak kıza; ‘İçeriye gir bakalım, sıcacık bir odam ve pek çok yiyeceğim var. Benimle birlikte karnını doyurursun.’ diyerek onu yuvasına davet etmiş.

Parmak kızı çok beğendiği için ona, kendisine her gün bir masal anlatması şartı ile kışı birlikte geçirmeyi teklif etmiş. Parmak kız, bu teklifi ve şartları memnuniyetle kabul etmiş. Aradan birkaç gün geçtikten sonra tarla faresi, parmak kıza şunları söylemiş;

— Bugün konuğumuz gelecek. Komşum, haftada bir defa gelmeyi adet edinmiştir. Onun hali vakti benden daha iyidir. Evi çok geniş ve salonu mobilyalıdır. Üstelik sırtında siyah kadife kürkü var. Eğer onun yanına gidebilsen çok rahat edersin ama o burnunun ucunu bile göremez. Bildiğin en güzel masalları anlatıp, onu ömür boyu oyalaman gerekecek.

Tarla faresinin komşum dediği köstebekten başkası değilmiş. Parmak kız, böyle birisinin yanında yaşamaya hiç de niyetli değilmiş.

Biraz sonra, sırtında kadife kürkü ile köstebek gelmiş. Tarla faresinin anlattığına bakılırsa, çok zenginmiş. Evi, tarla faresinin yirmi katı kadarmış. Köstebek çiçekleri ve güneşi hiç görmemiş ama yine de seviyormuş.

Parmak kız, evlerine gelen konuğu ağırlamak için şarkı söylemeye başlamış. . Parmak kızın söylediği şarkılar “Uç böceğim uç” ile “Papaz tarlaya gelince” imiş.

Parmak kızın sesini ve şarkılarını çok beğenen köstebek, şefkatle kızın üzerine doğru atılmış fakat parmak kız çok sessiz olduğundan ağzını açıp bir şey söylememiş.

Köstebek, biraz önce kendi evi ile fareninki arasında bir yeraltı koridoru yaparak buraya geldiğini anlatmış. Komşusu fareye ve yabancı kıza isterlerse orada gezinebileceklerini söylemiş ve “Tabii geçitteki bir kuş ölüsüne aldırmazsanız.” diye de eklemiş. Koridordaki kuş öleli aslında çok olmamış. Buraya da, köstebek koridoru kazdığı sıralarda düşmüş gibi duruyormuş.

Köstebek, dişlerinin arasına, karanlıkta parlayan ve etrafa ışık saçarak aydınlatan bir çöp almış ve koridor boyunca hanımlara yol göstermiş. Koridora ölü kuşun yanına yaklaştığında, toprağı burnuyla eşeleyerek ışığın aydınlatabileceği bir delik açmış. İşte o zaman, yerde yatan bir kırlangıç görmüşler. Kanatları yanına düşmüş, başı ve ayakları tüylerinin arasına sokulmuş, zavallıcık herhalde soğuktan ölmüş.

Ormanda etrafında uçuşup cıvıl cıvıl ötüşen kuşlara karşı, gönlünde sonsuz bir sevgi bulunan parmak kız, gördüğü bu manzara karşısında çok üzülmüş. Fakat köstebek, kırlangıcı ayağı ile iterek; ‘Artık ötmüyor. Dünyada kuş doğmak gibi bir felaket var mı? Allah’a çok şükür çocuklarımdan hiçbirinin başına böyle bir dert gelmedi. Varı yoğu ötüşünden ibaret bir kuş tez zamanda yoksulluğa düşer, kış gelince de ölür.’ demiş.

Tarla faresi; ‘Evet, komşucuğum, pek akıllıca konuştunuz. “Kiviit” diye ötmek neye yarar? Ancak yoksulluk içinde ölmek için birebirdir. Gene de öttükleri için tavus kuşu gibi kurulanlar bile var.’ demiş. Parmak kız, bu konuşmalara katılmamış. Ama sırtları kuşa doğru döndüğünde, kırlangıcın başındaki tüyleri kaldırıp bir öpücük kondurmuş. İçinden de; ‘Belki bu da, yaz aylarında benim için neşeli neşeli ötenlerden biridir. Şayet öyleyse ona ne sevinçler, ne mutluluklar borçluyum.’ demiş.

Köstebek, ışığın girmesi için açtığı deliği tıkadıktan sonra, hanımları evlerine kadar uğurlamış fakat gece parmak kız uyuyamamış. Kalkmış, saman çöplerinden bir hasır örmüş ve koridora gidip kırlangıcın üzerine örtmüş. Toprağın soğuğundan koruyabilmek için de ayrıca, farenin evinde bulduğu pamuklarla iyice sarmış; ‘Allah’a ısmarladık, şirin küçük kuşcağız. Ağaçlar yaprakla örtülüyken, güneş bizi ısıtırken, yaz boyunca neşeli şarkılarını dinledim.’ demiş. Sonra da başını kuşun göğsüne dayamış fakat korku ile doğrulması bir olmuş.

Çok heyecanlanan parmak kız, önce ürkmüş. Kendisi, bir başparmak büyüklüğünde olduğundan, kuş yanında dev gibi duruyormuş. Yine de gayretle kırlangıcın iki yanındaki pamukları iyice sarmış, yorgan olarak kullandığı nane yaprağını da getirip kırlangıcın başına koymuş.

Ertesi gece, parmak kız sürünerek kırlangıca bakmaya gitmiş ve onu hayatta bulmuş. Zavallı kırlangıç çok bitkin ve hasta olduğundan, küçük kıza bakmak için gözlerini zorlukla aralayabilmiş.

Koridor çok karanlık olduğu için parmak pız, elinde ışıltılı bir çöp tutmaktaymış.

Hasta kırlangıç; ‘Sana nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum, küçüğüm. Beni öyle ısıttın ki, yakında hiçbir eyim kalmayacak. Tamamen iyileştiğim zaman ben de güneşi çok olan ülkelere gideceğim.’ demiş.

Parmak kız, kırlangıcın başını okşamış ve ‘Dışarısı çok soğuk. O kadar çok kar var ki, her taraf buz tutmuş. Sıcacık yatağında yatıp bir an önce iyileşmelisin. Senin için elimden geleni yapacağım, demiş.

Parmak kız bunları söyledikten sonra, çiçek yaprağıyla su getirip kırlangıca içirmiş. Sonra da onun kanadını bir çalıya çarparak nasıl yaralandığını dinlemiş. Bu nedenle kırlangıç, arkadaşları kadar hızlı uçamamış. Sıcak ülkelere doğru zaman kaybetmeden yollarına devam ederlerken o, daha fazla dayanamamış, yorgunluktan ve halsizlikten yere düşmüş. Kendinden geçmiş. Nasıl olup da buralara geldiğini hatırlayamıyormuş.

Zavallı kırlangıç, bütün kış mevsimini orada geçirmiş. Parmak kız, tarla faresi ile köstebeğe sezdirmeden kırlangıca yardım ediyormuş. Çünkü onların, birtakım nedenlerle bu yardımları engellemelerinden korkuyormuş.

Yavaş yavaş güneş toprağı ısıtmaya, ilkbahar tüm güzelliğiyle kendini göstermeye başlamış. Kırlangıç, artık parmak kıza veda etme zamanın geldiğini biliyormuş. Ondan, köstebeğin açıp kapattığı deliği yeniden açmasını istemiş. Sırtına binip, yakındaki ormana gelip gelmeyeceğini sormuş. Oradan ayrılmasının arkadaşı tarla faresini çok üzeceğini bilen parmak kız; ‘Seninle gelebilmeyi çok isterdim, fakat olmaz.’ diye cevap vermiş.

Kırlangıç, güneşli yerlere doğru uçarken; ‘O halde, hoşça kal benim nazlı, küçük çocuğum. Senin yaptıklarını asla unutmayacağım. Allaha ısmarladık!’ demiş.

Parmak kız, gözleri yaşlarla dolu, kırlangıcın gidişini izliyormuş. Bu ayrılığa nasıl dayanacağını düşünmeye başlamış çünkü kırlangıca yürekten bağlanmış. Kırlangıç son bir defa; “Kiviit! Kiviiit!” diye öterek gözden kaybolmuş.

Parmak kızın derdi, yaz mevsimin gelmesiyle birlikte artmaya başlamış. Güneşe çıkıp ısınması imkânsızlaşmış. Tarla faresinin evinin üzerindeki buğdaylar büyümüş, parmak boyundaki bir kız için, geçilmesi zor bir orman haline gelmiş.

Tarla faresi;
—Artık yaz geldi. O can sıkıcı, kadife kürklü köstebek, mutlaka seninle evlenmek istediğine göre, çeyizini hazırlamalısın. Sonra en güzel çeyizler gerek. Köstebek karısının hemen hemen hiç eksiği olmamalı.

Tarla faresi, bu amaçla dört çıkrık kiralamış. Parmak kız iplik eğiriyor, gece gündüz demeden çalışıyormuş. Durmaksızın kumaş dokusunlar diye gündelikle dört tane örümcek tutmuş. Köstebek, hemen her akşam misafirliğe geldikçe, toprağı ısıtıp, dayanılmaz hale getiren güneşi kötülemekteymiş. Bu yüzden düğün mevsim sonuna kalmış. Düğün günü yaklaştıkça, parmak kız her gün, güneşin doğuşu ve batışında kapıya çıkıp, rüzgârda sallanan buğday başaklarının arasından, gökyüzünün mavisini, doğanın güzelliklerini seyredip, sevgili kırlangıcını düşünüyormuş. Fakat kırlangıç, uzaklara gittiğinden belki hiç dönmeyeceğini düşünerek üzülüyormuş.

Sonbahar yaklaşırken, parmak kızın çeyizi tamamlanmış. İhtiyar fare; ‘Dört hafta sonra düğün yapılacak.’ Demiş fakat parmak kız ağlayarak, çirkin köstebekle evlenmek istemediğini söylemiş.

Fare; ‘Yoo… Yoo… İnatçılık yok, rica ediyorum senden. Yoksa beyaz dişlerimin tadını tadarsın haa… Üstelik böyle yakışıklı bir erkekle evlendiğin için ne mutlu sana. Kürkün böylesi krallarda bile yoktur, mutfağının kileri tıklım tıklım dolu. Karşına böyle kısmet çıktığı için sevinmelisin.’ demiş.

Düğün günü gelip çatmış. Köstebek, . Parmak kız’ı toprağın çok derinliklerindeki evine götürmek üzere gelmiş. Köstebek güneşi sevmediği için, artık o da bir daha güneşin parlak ışıklarının girmeyeceğini düşünüyormuş. Tarla faresinin evinde hiç olmazsa, gidip kapıdan dışarıya bakabiliyormuş.

Parmak kız, küçük kollarını kaldırarak; ‘Allah’a ısmarladık güneş! Allah’a ısmarladık. Senin ışıklarının girmediği bu iç karartıcı yerde yaşamaya mahkûmum artık ben.’ diye seslenmiş.

Tarladaki buğdaylar biçilmiş, yerde yalnızca samanlar kalmış. Bu nedenle, parmak kız farenin evinin önünde birkaç adım ilerlemiş. Kırmızı bir çiçeği elini değdirmiş. Ona dönerek:

- Allah’a ısmarladık. Eğer, benim kırlangıç dostumu görürsen, selamımı söyle, demiş. .

Tam içeriye gireceği anda, başının üzerinde, “ Kiviiit!.. Kiviiit!” diye bir ses duymuş. Başını kaldırıp da baktığında, çok sevdiği kırlangıcını görmüş. Kırlangıç da kızı gördüğü için çok sevinçliymiş. Parmak kız, kırlangıca, köstebekle zorla evlendirileceğini, güneş girmeyen bir yeraltı evinde oturmaya mahkûm olacağını anlatmış. Bunları anlatırken de gözlerinden yağmur gibi yaşlar dökülüyormuş.

Tüm bunları dinleyen kırlangıç:

— Artık kış yaklaşıyor, sıcak ülkelere gitmeye hazırlanıyoruz. Birlikte gelmek ister misin? Seni bir kuşakla sırtıma iyice bağlarım. Birbirimizden hiç ayrılmayız. Uzaklara, çirkin köstebekle güneş girmeyen karanlık evinden çok uzaklara kaçarız. Böylece güneşin her gün görüldüğü, göz kamaştırıcı çiçeklerin açtığı sıcak ülkelere varmak için birlikte dağlar aşarız, gel, ne olursun. Seni bu halde bırakamam. Ben yerde yarı donmuş, baygın yatarken beni ölümden kurtardın, sevgili küçük, benimle gel.

Parmak Kız:

— Seninle elbette gelirim, demiş:

En sağlam tüylerden birine kuşağına bağlamış. Böylece kırlangıçla parmak kız ormanların, denizlerin, karla örtülü dağların üzerinden uçup gitmişler. Böyle rüzgâra ve soğuğa alışkın olmayan Parmak kız, kırlangıcın tüyleri arasına iyice büzülmüş. Yalnızca aşağıdaki seyrine doyum olmaz güzellikleri seyredebilmek amacıyla başını çıkartıyormuş.

Sonra iki dost, sıcak ülkelere gelmişler. Buralar öyle güzel yerlermiş ki, sanki güneşi daha parlak, gökyüzü pırıl pırılmış. Bahçelerde, bağ ve kayalıklarda sarılı, kırmızı güzel asmalar kendiliğinden yetişiyor, ormandaki ağaçlardan limonlar, elmalar sarkıyormuş. Belki de dünyanın en güzel çocukları yollarda, kırlarda bin bir renkli kelebeklerle oynuyorlarmış.

Kırlangıç yol aldıkça, gördüğü bu güzelliklere, yeni güzellikler ekleniyormuş. Etrafı yemyeşil ağaçlarla çevrili, mavi bir gölün ortasında, bembeyaz mermerden bir saray görünmüş. Bu sarayın uzun sütunlarına asmalar sarılmış. İşte bu sütunların tepesinde birçok kırlangıç yuvası varmış. Tabii parmak kızı taşıyan kırlangıcındaki de oradaymış.

Kırlangıç:

— İşte evime geldik. Ama birlikte kalmamız yakışık almaz. Zaten seni ağırlamak durumunda değilim. Sen en güzel çiçeklerden birini seç. Seni orada rahat ettirebilmek için elimden geleni yapmaya çalışacağım, demiş.

Parmak kız ellerini çırparak:

— Çok güzel ne mutlu bana! diye cevap vermiş.

Aşağıda, büyük bir mermer sütun üçe bölünmüş halde, yere uzanıyormuş. Aralarında çok güzel çiçekler varmış. Kırlangıç, parmak kızı yaprakların birisinin üzerine oturtmuş. Bu güzellikler içinde Parmak kız çok mutluymuş.

Yaprağında oturduğu çiçeğin içine baktığında, birden hayretler içinde kalakalmış. Çiçeğin içinde cam gibi pırıl pırıl, bembeyaz ve küçük bir adam oturuyormuş. Adamın boyu bir parmak kadarmış. Omuzlarında parlak kanatları, başında ise altın tacı varmış. Bu görkemli adam, o çiçeğin perisiymiş. Oradaki her çiçek, bir küçük erkekle kadına saray olmuş. Kendisi de tüm bu ulusa hükmediyormuş. Parmak kız, kırlangıcın kulağına eğilerek; ‘Aman, ne güzel.’ demiş.

Koskoca, dev gibi kırlangıcı görünce, çiçekler kralı biraz korkmuş. Fakat yanındaki kıza gözü ilişince, hem korkudan sıyrılmış, hem de çok sevinmiş. Hayatında bu kadar güzel bir kıza ilk kez rastlıyormuş. Önce ismini sormuş. Sonra da başındaki tacı çıkararak, parmak kızın başına koymuş. Ardından da kendisiyle evlenmek istediğini söylemiş. Razı olursa, tüm çiçeklerin kraliçesi olacağını da sözlerine eklemeyi ihmal etmemiş. Karşısına çıkan bu şansın, ne kurbağanın oğluna, ne de siyah kadife kürklü köstebeğe benzediğini düşünen parmak kız, “Evet!” demekte, tereddüt etmemiş. Kral ve kraliçeye armağanlar vermek üzere, her çiçekten erkekli kadınlı seçkin bir kalabalık ortaya çıkmış. Verilen armağanların içinde, omzuna iliştirilen ve çiçekten uçmasına yarayan bir çift kanat kadar hoşuna giden olmamış.

Parmak kız böyle ağırlanıyorken, kırlangıç da yuvasında olabildiğine hüzünlü ötüyormuş çünkü parmak kızı çok sevmiş ve ondan hiçbir zaman ayrılmak istemiyormuş. İşte bu nedenle çok üzgünmüş.

Çiçekler kralı, Parmak Kız’a; ‘Bundan sonra senin adın Parmak Kız olmasın. Senin gibi güzel bir kıza yakışmayan, çirkin bir ad bu, bugünden sonra biz sana Maia diyeceğiz.’ demiş.

Kırlangıç, üzüntü içinde uzaklara doğru uçarken; ‘Allah’a ısmarladık! Allah’a ısmarladık!’ diyormuş.

Kırlangıç, gittiği ülkede, Parmak kızın masalını yazan yazarın penceresinin üstündeki yuvasına yerleşmiş. Yazarda dört gözle onun dönüşünü bekliyormuş. Kırlangıç, “Kiviiit!.. Kiviiit!” diyerek ona olan biteni anlatmış. Yazar, bu serüveni böylece öğrenmiş ve çocuklar okusun diye yazmış.

Parmak Çocuk Masalı Oku

Bir terzinin bir oğlu varmış. Bu çocuk o kadar küçük kalmış ki, boyu bir başparmaktan fazla uzamamış. Bunun için ona "Parmak Çocuk" derlermiş.

Ama çocuğun cesareti pek fazlaymış. Bir gün babasına demiş ki:
Babacığım, ne olursa olsun ben uzaklara gideceğim!

Babası:
- Pekâlâ oğlum, demiş. Uzun bir iğne almış, lambaya tutarak ucuna balmumundan bir topak yapmış:

- İşte yol için sana bir de kılıç! demiş.
Minik terzi, kendileriyle birlikte son kez bir daha yemek yemek istemiş. Annesinin bu son yemek için neler pişirdiğini görmek üzere fırlayıp mutfağa gitmiş. O sırada yemek hazırmış. Tencere ocağın üzerinde duruyormuş. Oğlan demiş ki:

- Ne yemekler var anne?
Annesi:

- Git, kendin bak işte! demiş.
Parmak çocuk ocağa sıçramış. Tencerenin içine bakmış. Fakat boynunu pek fazla uzattığı için yemeğin buğusu onu almış, yukarı doğru uçurmuş. Bacadan dışarı çıkarmış. Çocuk buğuyla bir süre havada dolaştıktan sonra yine yere inmiş. Artık başka ülkelerdeymiş. Şurada burada dolaşmış. Bir ustanın yanında iş bulup girmiş, ama yiyecekleri pek beğenmemiş. Ustasının karısına demiş ki:

- Bayan, bize daha iyi yemek vermezseniz çıkıp giderim. Hem de yarın sabah erkenden evinizin kapısına tebeşirle yazarım:
Bol patates, bir parça et,

Kalın burda sağ selamet:
Ustanın karısı çok kızmış:

- Daha ne istiyorsun sanki bücür?.. demiş.

Bir bez parçası kapmış, çocuğa vurmak istemiş. Fakat minik terzi hemen yüksüğün altına kaçmış. Oradan dışarıya bakar, kadına dilini çıkarırmış. Kadın yüksüğü kaldırmış; çocuğu tutmak istemiş ama Parmak Çocuk bez parçasının arasına sokulmuş. Kadın bezin kıvrımlarını açıp onu ararken oğlan masanın yarığına girmiş. Başını dışarı çıkarıp:
- Ce... e... e... ustanın bayanı! diye seslenmiş.

Kadın başına vurmaya uğraşırken Parmak Çocuk çekmecenin altına kaçmış, ama sonunda kadın onu ele geçirmiş, kapı dışarı atmış.
Minik terzi yola çıkmış, büyük bir ormana varmış. Burada bir sürü haydutla karşılaşmış. Bunlar kralın hazinesini soymak istiyorlarmış. Minik terziyi görüne şöyle düşünmüşler: "Bu küçücük herif anahtar deliğinden girebilir. Bize kapıları açar." İçlerinden biri seslenmiş:

- Hey bana bak pehlivan! Bizimle birlikte Hazine'ye gider misin? Sürünerek içeri dalıp paraları dışarı atabilirsin!
Parmak Çocuk düşünmüş, taşınmış; sonunda:

- Peki! demiş.
Onlarla birlikte Hazine'ye gitmiş. Orada kapının altını, üstünü gözden geçirmiş. Aralık bir yeri olup olmadığını araştırmış. Az sonra, geçebileceği kadar genişlikte bir aralık bulmuş. Hemen içeri dalmak istemiş, ama kapının önünde duran nöbetçilerden biri onu görmüş. Arkadaşına seslenmiş:

- Şurada sürünüp duran çirkin örümcek ne? Dur şunu çiğneyivereyim.
Öbürü:

- Bırak zavallı hayvanı! demiş, sana bir zararı yok ki...
Bunun üzerine Parmak Çocuk kapının aralığından sağ ve esen Hazine'ye girmiş. Pencereyi açmış. Haydutlar bu pencerenin altında bekliyorlarmış. Paraları birer birer atmaya başlamış. Minik terzi işin en tatlı yerindeyken, kralın hazinesini görmek için gelmekte olduğunu duymuş. Hemen sürüne sürüne bir yere sokulmuş.

Kral paralardan birçoğunun eksildiğini anlamış; fakat bunları kimin çalabileceğine akıl erdirememiş. Çünkü kilitlerle sürgüler yerli yerinde duruyorlarmış. Sonra her şeyin çok iyi korunduğu da görülüyormuş. Bunun üzerine kral çıkıp giderken iki nöbetçiye:
- Dikkat edin! Paranın peşinde biri var! demiş.

Parmak Çocuk yeniden işe koyulunca, nöbetçiler içerdeki paraların kıpırdadığını tiring, tiring tiring, tiring diye sesler geldiğini duymuşlar. Hırsızı yakalamak için hemen içeri dalmışlar. Fakat bunların geldiğini işiten minik terzi daha atik davranıp bir köşeye fırlamış, üstüne altın bir para örtmüş. Hiçbir yanı görülmez olmuş. Bir yandan da nöbetçilerle alay olsun diye: "buradayım!" diye seslenirmiş. Nöbetçiler sesin geldiği yana koşarken o da başka bir köşeye kaçıp, başka bir paranın altına saklanır: "Hey... Buradayım ben!" diye bağırırmış. Bu kez nöbetçiler oraya seğirtirlermiş. Oysa Parmak Çocuk üçüncü bir köşeden seslenirmiş: "Hey... burdayım, burda!" Böylece onları deliye çevirmiş, yorulup gidinceye kadar adamları Hazine'nin içinde oradan oraya koşturmuş, durmuş. Sonra da paraların hepsini birer birer dışarı atmış. Sonuncuyu olanca gücüyle fırlatmış, kendisi de daha atik davranarak bu paranın üzerine sıçramış; onunla birlikte pencereden aşağı inmiş. Haydutlar kendisinden pek hoşnut kaldıklarını söylemişler:
- Sen pek müthiş bir kahramansın, bizim elebaşımız olur musun? demişler.

Parmak Çocuk onlara teşekkür etmiş, fakat önce dünyayı görmek istediğini söylemiş. Paraları bölüşmüşler. Minik terzi bunlardan bir tek metelik istemiş. Çünkü daha fazlasını taşıyamıyormuş.
Sonra kılıcını yine beline bağlamış; haydutlara "iyi günler" demiş, yola koyulmuş. Birkaç ustanın yanında işe girmiş. Fakat bu işleri beğenmemiş. Sonunda bir hana uşak olmuş ama hizmetçi kızlar ondan hoşlanmamışlar. Çünkü onlar kendisini göremedikleri halde, Parmak Çocuk onların gizlice yaptığı her şeyi görüyormuş. Tabaklardan aldıkları şeyleri, kilerden aşırdıklarını hancıya haber verirmiş. Bunun üzerine kızlar:

- Alacağın olsun, sana gösteririz! demişler. Ona bir oyun oynamaya karar vermişler.
Bir süre sonra hizmetçilerden biri bahçede otları biçerken parmak çocuğu otların yanında hoplayıp zıplar görünce, onu da birlikte biçmiş, otlarla birlikte büyük bir beze bağlamış, gizlice ineklerin önüne atmış. Bu hayvanlar arasında iri, kara bir tanesi varmış. Parmak çocuğu incitmeksizin otlarla birlikte yutmuş. İçerisi çocuğun hoşuna gitmemiş. Çünkü burası kapkaranlıkmış. Işık da yanmıyormuş. İnek sağılırken Parmak Çocuk içerden seslenmiş:

Fıştık fıştık fişte,
Doldu kova işte!

Ama süt sağılırken çıkan gürültüden bu ses duyulmamış. Sonra ev sahibi ahıra girmiş:
- Yarın şuradaki inek kesilecek! demiş.

Bunu duyunca Parmak Çocuk korkmuş. Avazı çıktğı kadar bağırmış:
- Önce beni çıkarın... İçinde ben varım!

Adam bu sesi duymuş ama nereden geldiğini anlayamamış:
- Neredesin? demiş.

Parmak Çocuk:
- Karanın içindeyim! demiş.

Adam bundan bir şey anlayamamış, çıkıp gitmiş.
Ertesi sabah inek kesilmiş. Bereket versin hayvan parçalanırken satır parmak çocuğa dokunmamış ama sucukluk etlerin arasına karışmış. Kasap gelip işe başlarken oğlan avazı çıktığı kadar bağırmış:

- Pek fazla kıyma... O kadar çok kıyma... Etlerin arasında ben varım!
Kıyma bıçaklarının gürültüsü içinde bu sesi duyan olmamış. Zavallı Parmak Çocuk büyük bir tehlike içinde kalmış. Fakat tehlike insanların gücünü artırır, derler. Çocuk kıyma bıçaklarının arasından öyle bir fırlayış fırlamış ki kendisine bir şey olmamış. Sapsağlam kalmış ama kaçıp gidememiş. Yağlarla birlikte bir sucuğun içine tıkılmaktan başka kurtuluş yolu bulamamış. Burası biraz darcaymış. Sonra islenip kurumak üzere sucuğu bacanın içine asmışlar. Burada bir türlü vakit geçiremiyormuş. Sonunda kış gelince bacadan indirmişler. Çünkü müşterilerden birine sucuk verilecekmiş. Hancı kadın sucuğu dilerken Parmak Çocuk, boynu kesilmesin diye başını fazla uzatmayarak kendini korumuş. Sonunda biçimine getirmiş, dışarı fırlamış.

Başına türlü yıkımlar gelen bu evde minik terzi daha fazla kalmak istememiş. Hemen yola çıkmış ama bu özgürlüğü uzun sürmemiş. Boş kırlarda yoluna bir tilki çıkmış. Onu bir solukta yutuvermiş. Minik terzi:
- Aman bay tilki! diye seslenmiş, boğazınızda takılı kalan benim işte... Beni özgür bırakın ne olur?

Tilki:
- Hakkın var, demiş? Senden ne olacak ki... Babanın evindeki tavuklar için bana söz verirsen seni salıveririm!

Parmak Çocuk:
- Seve seve demiş, tavukların hepsi senin olsun. Ant içiyorum işte!..

Bunun üzerine tilki onu salıvermiş; hem de evine kadar götürmüş. Babası sevgili minik oğlunu yeniden görünce bütün tavuklarını seve seve tilkiye vermiş. Parmak Çocuk:
- Hem sana güzel bir para da getirdim!

diye yolculukta eline geçirdiği meteliği babasına uzatmış.
- Peki ama, yesin diye zavallı tavuklar tilkiye niçin verildi sanki?..

- Hay budala hay... Babana çocuğu, evdeki tavuklardan daha değerlidir de ondan!